Bir bilim adamının ardından...

A -
A +
Anlayana her hadisede çok ibretler gizlidir. Onun için dinimizin insana verdiği en önemli görevlerden biri tefekkürdür. İnsan tefekkür ile dersler çıkartır, olgunlaşır, mukayeseler yapar. Bu haslet, kişiler kadar o kişilerin çalışmaları ile milletlerin ve ülkelerin geleceğini belirlemede de etkili olur.
Geçen hafta bugün toprağa verdiğimiz rahmetli Fuat Sezgin Bey’in ibretli hayat hikâyesinden çıkarılacak o kadar çok dersler var ki... Sadece tefekkür etmek gerek. Elbette ki bu değerlendirmeyi yaparken, mezarı başında herkesçe dile getirilen, “Şöyle ilim adamı idi! Böyle büyük adamdı! Müthiş çalışmalar yaptı! Yeri doldurulamaz” gibi klişe ifadelerin ötesine geçmek gerek.
Öncelikle şunu düşünelim. Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en büyük ilim adamlarının birisinden istifade edebilmek için ve hatta onu tanımak için neden bu kadar bekledi?
İşte bu noktada darbelerin siyasi, ekonomik ve idari zararlarının ötesinde ilme yaptığı ağır tahribat ortaya çıkmaktadır. Belki de “darbelerin ilim hayatı üzerinde yaptığı tahribat”, Türkiye’de en az üzerinde durulmuş bir alandır. 1960-2000 yılları arasında üniversitelerimizde yaşanan hadiselere bir bakalım:
Türkiye’de 27 Mayıs 1960 ihtilali olmuş. Sadece siyasilere değil, üniversitelerde de temizlik harekâtına girişilmiş. Ord. Profesör, Profesör, Doçent ve asistanlardan müteşekkil 147 bilim adamının üniversitelerle ilgisi kesilirken, nice akademisyen de hatalara isyan ederek üniversite ile bağını kesmişti.
1980 darbesi yine üniversitelerde kıyım meydana getirmedi mi? Üniversitelerimiz en az on yıl başörtüsü kavgası ile gücünü tüketmedi mi? 28 Şubat sürecinde yine bilim adamları sürgünler ve atılmalarla karşılaşırken üniversitelerin birinci vazifesi ikna odaları oluşturarak başörtüsü meselesini çözmek değil miydi? Üniversitelerde kampüslere giriş kapılarının önleri başörtülü kızlarla dolu olarak dünyaya çağdaşlık yolunda dev adımlar attığımızı gösteriyorduk(!) Gözümüzün önüne şöyle getirelim. Hak ederek gelip, ilim adamı olmak için kapıları zorlayan gençler ve onlara sırf kılık kıyafeti veya fikriyatı nedeniyle kapıları açmamak için direnen yönetimler, idareler veya darbeciler. Peki ya ilim. Böyle bir iklimde ilim nereye kadar ilerleyebilirdi ki? Bunları da geçelim. İstanbul Üniversitesi’nde Bilim Tarihi Bölümünün kapatılması tarihin utanç verici hadiselerinden biri değil midir?
İşte darbelerin tahribatının belki de en ağırı ilim dünyasına oldu. Normal düzene geçildiğinde siyaset ve ekonomi alanında hızlı düzelmeler görülse de ilim dünyasında yaraları sarmak mümkün olmamıştır. Zira o, yama ile geçiştirilecek bir alan değildir. Zihniyet değişimi gerek!
 
 
Kendi gerçeklerini Alman’dan öğrenmek!
 
Bakınız rahmetli Fuat Sezgin Bey’in bir hatırası geçmişimize, tarihimize bakış açımız kadar ilim zihniyet yapımızı da tam anlamıyla ortaya koymaktaydı. Şöyle ki:
“Biz okulda, lisede hocalarımızdan yanlış, haksız hikâyeler duyardık. İlkokula gittiğimde okulun ikinci haftasında benim süslü püslü bir hanım öğretmenim vardı. O derste bize diyordu ki:
'Müslüman âlimler dünyanın öküzün boynuzunda olduğuna inanıyorlar...' Ben bunun tashihini hiçbir lise kitabında görmedim. Ben bu bilgiyi üniversiteye kadar taşıdım. Alman hocam Hellmut Ritter’in sayesinde etütlere girdim, gerçekleri gördüm. Frankfurt’taki çalışmalarımdan sonra baktım ki Müslümanlar dünyayla güneş arasındaki en kısa mesafenin en uzak noktasının yıllık ne kadar değiştiğini saniyelerle hesaplayabilmişler. Yine Biruni dört mevsimin süresini tutuyor, ondan sonra bunu diferansiyel matematikte çözüyor... Bunları öğrendik. Bu bilgiyle benim hoca hanımın söylediği laf arasındaki farkı daima düşünüyorum...”
Fuat Sezgin Bey’in ilkokulda iken duyduğu ve yetiştiği zihniyetin tam anlamıyla değiştiğini kim iddia edebilir? Zaman zaman hortlayan Osmanlı ve İslam düşmanlığı, ilme de aynı körlükle baktığımızı göstermiyor mu? Sadece Sayın Cumhurbaşkanımız sahip çıktı diye bizim bazı basın yayın organlarımız bu kıymetli ilim adamına hâlâ karşı çıkmıyor mu? Bu ülkeyi idare etmeye talip olanların bazıları hâlâ ilkokul hocalarından duydukları klişe cümlelerle tarihimiz ve dinimiz hakkında ahkâm kesmiyor mu?
 
 
Yıkmak bir saniye…
 
Daha iyi anlaşılması için şimdi de 18. asır Fransa’sından bir misal vereceğim. Hayatı trajik bir sonla noktalanmış bilim adamlarından birisi de modern kimyanın öncülerinden Fransız Antoine Lavoisier’dir. Lavoisier kimya bilimine hizmet eden ve gelişimine katkıda bulunan en önemli bilim adamlarındandır. Periyodik sistem (tablo) gibi kimyanın temel konularıyla ilgili ilk önemli çalışmaları yapmıştır. Birçok bilim tarihçisi tarafından modern kimyanın babası olarak gösterilir. Ancak bu büyük bilim adamı, Fransız İhtilali sırasında yargılanmış ve 8 Mayıs 1794 tarihinde giyotinle idam edilmiştir.
İdam edilmeden önce son arzusu; “Yarım kalan bir deneyim var. Onu tamamladıktan sonra öldürünüz” olmuştu. O, ölmeden önce dahi bilim âlemine ve insanlığa bir hizmet sunmak derdindeydi. Oysa ötekilerin bu tür hasletlerin ne manaya geldiğini dahi anladıkları şüpheliydi.
Zira yargılanması sırasında bilim adamı dostları lehine ifade vermek, bilime ve Fransa’ya katkılarını gösteren raporları mahkemeye sunmak suretiyle Lavoisier’ın affedilmesini talep ettiklerinde, Devrim Mahkemesi’nin başkanı onlara şu cevabı vermişti:
“Cumhuriyetin ne bilim adamlarına, ne de kimyacılara ihtiyacı yoktur!" Zira Cumhuriyetçiler o zaman kral taraftarı kim varsa yok ediyordu!
Dostu ve dönemin büyük matematikçisi Louis de Lagrange ise Lavoisier’in idamının ardından tarihe geçecek şu müthiş tespiti yapmıştır:
“Kafasını düşürmek için sadece bir saniye yeterli oldu, ama bu kafanın bir benzerini yetiştirmek için yüz yıl bile yeterli olmayacak."
Avrupa’da Orta Çağ boyunca ilme ve ilim adamlarına gösterilen bu korkunç muameleler ile ne hazindir ki biz 20. asrı neredeyse bütünü ile geçirdik. İttihat ve Terakki darbesi ve sonrasında Cumhuriyet tarihi boyunca karşılaştığımız siyasi müdahaleler ilim dünyamızı da derinden etkiledi. Türk tarihinin altın çağlarında, hükümdarlar, dünyanın her yerinden âlimleri ülkemize toplamak üzere seferber olurlardı. Şimdi ise biz kovuyor Almanlar, Amerikalılar, Hollandalılar yani Batılılar kucak açıyorlardı.
İşte son yüzyılın en verimli ve çalışkan ilim adamı olarak tarihe geçecek olan Fuat Sezgin Bey’in atılma gerekçesi de ilginçti: Tembellik!.. Hâlbuki ihtilalciler bu hareketleri ile bilim âleminde asıl tembelliğin, yani ideolojinin kapısını araladıklarının farkında dahi değillerdi. İdeoloji ilim üretmez. Sadece başındakilere yaranmak isteyen adamlar yetiştirir. 28 Şubat’ta Marmara İlahiyat Fakültesi’nde rektöre haber gönderip, “beni dekan yaparsanız bir günde başörtüsü sorununu çözerim” diyen akademisyenleri işittiğimde ilim zihniyeti olmayan adamların ne hâllere düştüğünü görüp kahrolmuştum.
 
 
Âlime gurbet olmaz!
 
Yine Fuat Sezgin Bey’in hayatına dönersek. 1960 yılında ülkesi kendisine bilim yolunu kapatmıştı. Hiç arzu etmediği hâlde bir valizle Almanya’nın yolunu tuttu. Frankfurt’ta Goethe Üniversitesi’ne kabul edilmişti. Bu arada Kaliforniya’da Berkeley ve Yale üniversiteleri de kendisine kapılarını açmıştı.
“Âlime gurbet, cahile vatan olmaz” sözü tam anlamıyla tezahür etmişti.
Neticede ülkesinde üniversiteden atıldığı için garipti. Almanya, Türkiye’de bulamayacağı imkânları belki daha fazlasıyla kendisine sundu. Muhakkak ki bu denli dünya çapında bilim adamı olmasında etki sahibi idiler. Ancak bu durumdan Fuat Sezgin Bey kadar Almanya da kazandı. Fakat o bu hâlde dahi Alman vatandaşlığına asla tenezzül etmedi. Defalarca vatandaşlık hakkı vermek istedikleri, altın tepsi üzerinde sundukları hâlde istemedi. Mutlaka üzülmüştü, daralmıştı, bunalmıştı ancak hiçbir zaman ülkesine karşı küskünlük duymamıştı. Hep sevmişti. Bir anlamda bu ülke gençlerine, gerçek milliyetçiliği hâl diliyle mükemmel bir şekilde göstermiş oldu.
Zira milletine güven duyuyordu. Dinini biliyordu. Tarihinin farkındaydı. Değerlerine bağlıydı. Ülkesini seviyordu. İşte gerçek milliyetçilik budur.
Bizim yıllardır okuttuğumuz Ziya Gökalp Milliyetçiliği ise, dinine ve değerlerine düşman bir gençlikten başka ne verdi!.. Zira köklerine ve dinine düşman bir adamın vereceği hiçbir zaman ilmi olmayacak ve ideolojiden öteye gitmeyecektir. Gençlerimiz de bu sebeple yıllarca içi boş  bir Türkçülük edebiyatından kurtulamayacaktır.
Fuat Sezgin Bey’in vefatı ve Cumhurbaşkanımızın yerinde bir kararla "2019 bilim yılı"na onun adının verileceğini bildirmesi inşallah bu gerçekler ile daha yakından ve samimiyetle yüzleşmemizi sağlamalıdır.
Türkiye’de bilim zihniyeti tam anlamıyla yeniden oturmalıdır.
İlkokuldan itibaren eğitim müfredatımızı yeni baştan şekillendirmenin zamanı gelmiştir. İşte bu noktada da Fuat Bey’in hayatı kadar vefatının da hayırlara vesile olduğunu düşünüyorum. İnşallah mezar başı konuşmalarının ötesine geçeriz...
 
TEFEKKÜR
 
Bu misâfirhânenin fânîliğin fehmeyleyen
Hâne-i kalbinde Hak’dan gayrı mihmân istemez
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.