Obama Doktrini'nin ayak sesleri

A -
A +
Daha seçim kampanyasından başlayarak Orta Doğu ve genel olarak İslam âlemine ilişkin sıcak mesajlar veren ve Bush'tan farklı olarak "askerî güce" değil "akıllı güce" vurgu yapan ABD Başkanı'nın, önümüzdeki dönemde, bugüne kadar dile getirdiği konuları bir doktrin biçimine sokarak dünyaya ilan etmesi beklenebilirObama Doktrini'nin ayak sesleri ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama'nın Kahire'de yaptığı ve haber ajanslarının birçoğunun "İslam Dünyasına Sesleniş" başlığıyla verdiği konuşması tıpkı Türkiye ziyareti esnasında TBMM'de yaptığı konuşma gibi, Orta Doğu başkentlerinde geniş yankı uyandırdı. Obama'nın Ankara ve Kahire konuşmaları arasında üç temel benzerlik vardı: Birinci benzerlik, ABD başkanının vereceği mesajları dikkatle dinleyen tüm kesimlere "gönül alıcı" ifadelerle yaklaşmasıydı. Bir Arap başkentinden, üstelik yıllarca Arap dünyasının liderliği iddiasında bulunan Mısır'ın başkentinden dünyaya seslenirken Arapça selam vermeyi ihmal etmeyen Obama, Arapların en hassas olduğu Filistin meselesinde bir jest yaparak, İsrail'in yanında bağımsız bir Filistin Devleti'nin kurulmasını desteklediklerini söyledi. Obama'nın, Orta Doğu'ya demokrasiyi dışarıdan dayatmayacakları şeklindeki sözleri de, Bush döneminin eseri olan Büyük Orta Doğu Projesi'ni kuşkuyla karşılayan Arap yönetimlerinin tereddütlerini bir ölçüde giderme çabasıydı. Kuşkusuz, bu "gönül alma" seansının en çarpıcı anları, Başkan'ın Kur'an-ı Kerim'den ayetler okuduğu, İslam medeniyetinin yüceliğinden bahsettiği ve Ankara'da olduğu gibi bir kez daha Amerika'nın İslam'la savaş halinde olmadığını vurguladığı cümleleri okuduğu anlardı. İYİMSERLER VE KÖTÜMSERLER İkinci benzerlik, Ankara'da olduğu gibi Kahire'de de Obama'nın İran'a ılımlı mesajlar göndermesiydi. İki ülke arasındaki soğukluğun giderilmesi için kendi yönetiminin olabildiğince yapıcı davrandığını ima eden Obama, İran Başbakanı Musaddık'ın 1953'te düzenlenen bir darbeyle devrilmesinde Amerikan Merkezî Haberalma Teşkilatı'nın (CIA) parmağı olduğunu itiraf ederek, bir ölçüde İran'dan geçmişe dönük olarak özür diledi. Musaddık'ın devrilmesini CIA'nin planladığını daha önce Clinton döneminde Dışişleri Bakanlığı yapan Madeleine Albright da itiraf etmişti ama bir cumhurbaşkanının bunu kabullenmesi kuşkusuz başlı başına önem taşıyan bir hadiseydi. Üçüncü benzerlik ise, Ankara konuşmasından sonra Türkiye'de olduğu gibi, Kahire konuşmasından sonra da, bu konuşma hakkında yorum yapan Arap entelektüellerinin, siyasetçilerinin ve köşe yazarlarının "iyimser" ve "şüpheci" olarak iki ayrı blokta toplanmalarıydı. İyimserlere göre, Obama gerçekten ABD'yi ve dünyayı değiştirmeye çalışmaktaydı. Elbette bu dönüşümün önüne engel çıkaranlar olacaktı. Ama Obama'nın çabalarına destek verildiği takdirde daha barışçı bir dünya düzeninin tesis edilmesi mümkün olabilirdi. Şüpheciler ise Obama'nın ne kadar samimi olursa olsun, sözünü ettiği değişimi gerçekleştiremeyeceğini, zira ABD'yi hâlâ bu dönüşümü istemeyen baskı ve çıkar gruplarının yönettiğini iddia etmekteydiler. İster iyimser, isterse şüpheci kanada mensup olsunlar, Obama'nın konuşmasıyla ilgili yorum yapanların üzerinde ittifak ettikleri husus ise, Başkan'ın Orta Doğu'ya ve genel olarak İslam dünyasına ilişkin söylemlerinin bir an önce mutlaka somut eylemlerle desteklenmesi gerektiğiydi. Eğer ABD gerçekten bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasından yanaysa, bunun için İsrail'i bu konuda ikna edecek etkili bir projeyi vakit geçirmeden hayata geçirmeliydi. Obama'nın aylardır beklenen Kahire konuşmasının yankılarının bilhassa Arap dünyasında bir süre daha devam edeceğini tahmin edebiliriz. Demokrasiyle arası iyi olmayan bazı Arap yönetimleri bu konuşmanın "demokrasinin dışarıdan dayatılamayacağı" bölümünü gündemde tutarlarken, Orta Doğu'da sosyal bir dönüşümden ve refahın geniş kitlelerce paylaşılmasından yana olanlarsa, insan hakları, eğitim ve ekonominin geliştirilmesi hususlarına atıf yapmayı sürdüreceklerdir. Bu noktada akla gelen bir soru, Obama'nın Ankara ve Kahire konuşmalarını beraberce değerlendirdiğimizde, Obama'nın öne çıkardığı noktaları bundan sonra kendi adıyla anılacak bir doktrinin hazırlık çalışması olarak nitelendirmenin mümkün olup olmadığıdır. ABD başkanları kendi görev dönemlerinde doktrin adı verilen ve mevcut sorunlara ilişkin çözüm önerilerini ifade ettikleri politika belgelerini tarih boyunca çeşitli defalar ilan etmişlerdir. 1823'te ilan edilen Monroe doktrininden 2002'deki Bush doktrinine kadar oluşturulan bu türden politik belgelerin bir bölümü ABD Kongresine mesaj, bir bölümü ise Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi olarak düzenlenmiştir. Yani, ABD Başkanları kapağında "doktrin" yazan raporlar ilan etmezler ama sorunlar karşısında net tutum belirledikleri ve altlarında imzaları olan herhangi bir belge, ilanını takiben "doktrin" olarak nitelendirilebilir. ABD Başkanlarının bugüne kadar yürürlüğe soktukları doktrinlerin iki temel özelliği vardır: Öncelikle, tüm başkanlarının doktrinleri, hangi konuyla ilgililerse, o konuya dair ayrıntılı bir durum tespitini ortaya koyar. Bunu yaparken, tarihsel arka plandan, mevcut hukuki altyapıya kadar pek çok unsuru insicam içinde takdim eder. İkinci olarak, tüm doktrinlerde bir hüküm bölümü vardır. ABD Başkanı, hangi durum karşısında, nasıl davranacağını apaçık ve şüpheye imkan bırakmayacak biçimde uluslararası kamuoyuyla paylaşır. Mesela, 1957'de ilan edilen Eisenhower doktrinine göre, "doğrudan veya dolaylı olarak komünizm tehdidi altında bulunan Orta Doğu yönetimleri, ABD'den yardım istedikleri takdirde, kendilerine siyasi, ekonomik ve askerî yardım yapılacaktır." Bir başka misal 1980'deki Carter Doktrini'dir. Buna göre, "Basra Körfezi ABD için hayati önem taşımaktadır. ABD bu bölgeden petrol akışının tehdit altına girmesine asla izin vermeyecektir." Obama'nın Ankara ve Kahire konuşmalarında, daha önceki Amerikan doktrinlerinin birinci ortak noktasının büyük ölçüde sağlanmış olduğunu görmekteyiz. İSLAM ÂLEMİ İLE BARIŞ Yani, ABD Başkanı, Orta Doğu'yu nasıl gördüğünü, bu bakış açısıyla, daha önceki ABD yönetimlerinden ne ölçüde farklılaştığını, "İslam âlemi ile Amerika'nın barış içinde yaşayabileceğini" ve daha birçok hususu, ABD perspektifinden Orta Doğu'ya yönelik durum tespitleri olarak sıralamaktadır. Fakat, Obama'nın her iki konuşmasında da hüküm cümleleri yoktur. ABD'nin, neyi gerçekleştirmek için, nasıl davranacağı açıkça ortaya konulmamaktadır. Bu yönüyle de, daha önceki doktrinlerin ikinci ortak özelliği Obama'nın bugüne kadarki ifadelerinde eksik kalmaktadır. Daha seçim kampanyasından başlayarak Orta Doğu ve genel olarak İslam âlemine ilişkin sıcak mesajlar veren ve Başkan Bush'tan farklı olarak "askerî güce" değil "akıllı güce" vurgu yapan Başkan Obama'nın, önümüzdeki dönemde, bugüne kadar dile getirdiği konuları bir doktrin biçimine sokarak dünyaya ilan etmesi beklenebilir. Unutmayalım ki, ancak açık hükümler taşıyan, dile getirilen temennilerin nasıl gerçekleştirileceğinin de ortaya konulduğu projeler gerçek anlamda destek bulabilir. Aksi takdirde, Arap dünyasında bugün var olan "şüphecilerin" sayısında ciddi bir artış olması ve "Obama da diğerleri gibiymiş" sözlerinin taraftar toplaması hiç şaşırtıcı olmayacaktır.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.