Akademik Özerklik ve Rektörlük Seçimi

A -
A +
Temmuz ayı içerisinde toplam 37 üniversitemizde rektör adaylarını belirleme seçimi gerçekleştirilecektir. Akademik özerklik ve yönetsel yetkinlik ilkeleri çerçevesinde rektör seçim ve atama rejimine ilişkin tartışmalar yine gündeme geliyor. 200’e yaklaşan üniversite sayısı ile Türk yükseköğretimi, 21. yüzyılın ilk çeyreğine ve sonrasına yönelik ulusal kalkınma hedeflerimizi gerçekleştirme idealinin taşıyıcısı olma sorumluluğu altındadır. Nitekim Türkiye’nin onuncu kalkınma planı da (2014-2018) yükseköğretimi kalkınmanın lokomotifi olarak değerlendirmektedir. Üniversitelerimizin üzerine düşen bu tarihsel sorumluluğu yerine getirebilmesi, yükseköğretim alanına ayrılan mali kaynakların artırımı kadar bunların uygun bir yönetişim modeli ile yönetilmesini de gerekli kılmaktadır.
2547 sayılı yasanın 13. maddesinde 1992 yılında yapılan değişiklikle üniversitelerde rektör adaylarını belirlemede ‘seçim usulü’ benimsenmiştir. Her ne kadar rektörlerin atanma sürecinde seçim sonucu doğrudan tayin edici olmasa da üniversitelerimizde demokratik katılımcılığı kısmen temin ettiği ifade edilebilir.
Ancak ‘seçimler’, atama sonrasında akademik paydaşların tercihleri üzerinden bir takım mağduriyetlere yol açabilmektedir. ‘Seçim süreçlerinde’ ortaya çıkan yapay çatışmalar ve/ya kutuplaşmalar akademinin enerjisini tüketmektedir. Akademisyenlerin tercih/seçim eğilimini tayin etme adına, onların özlük hakları üzerinden yürütülen kimi zaman tehditkâr, kimi zaman da vaatkâr propagandalar akademinin ruhunu zedelemektedir. Seçim sürecindeki tercihler, sonrasında bir hesaplaşmaya ve diyetleşmeye yol açabilmektedir. Üniversiteleri, seçici tercihlerin ödüllendirildiği, muhalif tercihlerin hak ihlallerine maruz kaldığı bir ortama sürükleyebilmektedir. Liyakat, adalet ve yerindelik gibi ilkeleri gözetmeyen yönetim pratiklerine yol açabilmektedir.
‘Seçim usulü’ kimi zaman akademisyenlerin özgür iradeleri ile seçme hakkını kullanmalarını imkânsızlaştıran ‘oylamada gizlilik ilkesinin’ ihlali gibi bir takım kısıtlar üretebilmektedir. Seçilme kaygısı, rektör adaylarının akademik değerleri zedeleyici yollara tevessül etmesine neden olabilmektedir. Seçilme kaygısı ile kadro dağıtımında akademik ehliyet ve liyakatin değil, keyfiliklerin tayin edici olduğu görülebilmektedir. ‘Seçim usulünün’ ortaya çıkardığı travmatik tablo, ilgili yasada rektörlerin uhdesinde bulunan yetki yoğunlaşması ve seçilmiş olma duygusunun var ettiği güç vehmi ile daha da derinleşebilmektedir. Kimi zaman rektör olabilme adına yürütülen çabalardaki etik dışı heveskârlığın ve motivasyonun, rektörlük yapabilme noktasındaki donanımsal kapasiteyi geliştirme açısından ortaya konulmadığı görülebilmektedir.
Süreç sonrasında atanan rektör ile kurum paydaşları arasında seçimin doğasında olan seçmen ilgilerinin pragmatik değerlere yönelme kaygısı ortaya çıkabilmektedir. Bu kaygı, yükseköğretimin temel üniversal hedeflerden uzaklaşmasına ve güç-çıkar ilişkisine endekslenen popülist bir üniversite yönetim anlayışına yol açmaktadır.
‘Seçim usulü’, üniversitelerin akademik liderlikle kapsayıcı politikalar tasarlama/uygulama ve potansiyellerini kullanmalarına ket vurabilmektedir. Üniversitelerin hesap verebilirlik ve kalite odaklılık çerçevesinde rekabetçi bir yapıya dönüşümünü imkânsızlaştırabilmektedir. Ayrıca bu sistem, konjonktürel savrulmalar ve keyfi yönetsel uygulamalar yüzünden üniversitelerin kurumsal kültür üretmesini imkânsız hâle getirebilmektedir. Bütün bu sakıncaların giderilebilmesi adına, cari sistemin farklı modellemeler üzerinden yeniden gözden geçirilmesi ve tartışılması icap etmektedir. Tartışmanın doğru bir zeminde yapılabilmesi adına, yükseköğretim kurumlarında yöneticiyi belirleme usulü/yönteminin bir akademik özerklik sorunu olmadığı da vurgulanmalıdır. Nitekim OECD’nin yayınladığı ‘yükseköğretim kurumlarında özerklik kriterleri’ arasında rektörlerin hangi yöntemle seçileceğine/atanacağına dair herhangi bir parametre bulunmamaktadır.
Sonuç olarak, bugün Türkiye’nin sahip olduğu sosyo-ekonomik dinamizmini geliştirerek sürdürebilmesi ve demografik potansiyelini etkin biçimde kullanabilmesi nitelikli insan kaynağı var edebilmesi ile mümkün olabilecektir. Ülkemizin ulusal kalkınma stratejilerinin hayata geçirilmesinde üniversitelerin eş güdümlülük temelinde diğer kurumlar ile paydaşlığı önem arz etmektedir. Bu noktada üniversitelerin, sahip oldukları beşeri ve mali sermayelerini rasyonel biçimde yönetebilmeleri kritik önemi haizdir. Üniversitelerin kimliklenmesinde ve kendisine özgü kurumsal profil inşa edebilmesinde, üniversite liderliğinin vizyon ve yönetsel kapasitesi belirleyicidir. Bu nedenle yükseköğretim yönetiminin belirlenmesine ilişkin cari sistemin revizyonu bu hedeflerin realize edilebilmesi adına gereklidir.
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.