Bağımlılık-bağımsızlık ekseninde Türkiye’nin dış politik yönelimi

A -
A +
Yaklaşık beş milyon metrekarelik geniş bir coğrafyada hüküm süren büyük dünya imparatorluklarından Osmanlı’nın bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti, ulusal coğrafi sınırlılığı karşısında derin tarihsel yük ve misyon ile yirminci yüzyılın yeni bir ulus devleti olarak varlık bulmuştur. Söz konusu tarihî misyonunu ve siyasal müktesebatını unutması, bir modernleşme paradigması olarak Birinci Dünya Savaşı galip güçlerince dayatılmıştır. Kurtuluş savaşı ile varlık mücadelesi vererek tarih sahnesine yeniden çıkan genç Cumhuriyetimiz, Batı hegemonyasının birtakım kuşatıcı politikaları ile muhasara altına alınmıştır. Bu minvalde, Türkiye’nin çevre coğrafyalara dönük kayıtsızlığı ve misyonsuzlaşması dış politik norm olarak telkin edilmiştir. Değer idealitesi budanmış ve manevra alanı kısıtlanmış tek-eksenli bir devlet konsepti dayatılmaya çalışılmıştır. Ulus devlet kimliğinin sınırlandırıcı statüsü üzerinden Türkiye’nin dış politika ekseni tek-yönlü biçimde tayin edilmiştir. Türkiye’yi terbiye etme ve kontrol altında tutma saikiyle oluşturulan birtakım kısıtlar dünyası var edilmiştir. Lozan Barış antlaşmasının (24 Temmuz 1923) milat teşkil ettiği sınırlayıcı uluslararası ilişkiler doktrini üzerinden yapılan anlaşmalar, angajmanlar, birlik üyeliği ve paktlar belirli bir yörüngeye oturmuştur. Tayin edilmiş olan bu yörünge, Batılılaşma ideolojisi üzerinden belirli bir meşruiyet zemini var etmiştir. Bu ideolojik meşruiyet, ulusal politik düzlemde  ‘kutuplaştırıcı eksen tartışmalarına’ yol açmak suretiyle rasyonel müzakere ve politika geliştirme imkânını zorlaştırmaktadır. Böylece, siyasi tarihimizde dış politik alana ilişkin ufuk/vizyon arayışımız ve hareket kabiliyetimiz hem iç politik düzenimizin söylem ekonomisi, hem de egemen dünyanın var ettiği bu kısıtlarla sınırlanmaktadır. Kuşkusuz bu doktriner yaklaşımla sınırlanmış olan hariciye tecrübemizin meşruiyet eksenini, bir değer ve normatif kimliğiyle Batı’yı temsil eden Avrupa Birliği oluşturmaktadır. Yaklaşık yarım yüzyıllık süreçte tam üyelik perspektifi ile yöneldiğimiz Avrupa Birliği (Batı dünyası) ile olan ilişkimiz, bizim gözümüzde özsel anlamda ontolojik bir biçimlenme ilişkisine tekabül etmektedir. Birliğin değersel ve kurumsal yapısına entegre olabilmek her şeyden önce bu idealizmin yaşama geçirilmesi olarak telakki edilmiştir. Öte yandan Avrupa Birliğinin genişleme politikası, Batı dünyasının Türkiye’ye yönelik sorunlu bakış açısını ortaya koymaktadır. Nitekim Avrupa başkentlerinde üretilen dışlayıcı politik tutumlar, verilen demeçlerde kendisini ifşa etmektedir. Birliğin normatif değerleri, Türkiye’yi bir yönüyle kontrol altında tutma veya denetimli serbestliğe mahkûm etme saikiyle araçsallaştırılmıştır. Birlik, Ankara antlaşması (1963) ile başlayan tam üyelik sürecinin işletildiği fasıllarda ikircikli bir tavır sergilemiştir. Buna rağmen Türkiye, Birliğin demokratik normatif değerlerini çıkarılan uyum yasaları ve uygulamalarla yerine getirme arzusunu, yurttaşların yaşam standardını yükseltmek adına içselleştirmiş ve uygulamaya çalışmıştır. Birliğin Avrupa Komisyonu ve Avrupa Konseyi ile birlikte üç temel organından birisi olan Avrupa Parlamentosu, tarihinde ilk kez tam üyelik sürecindeki bir ülkenin adaylık müzakerelerini geçici olarak askıya almıştır. Her ne kadar bu kararın hukuki bir bağlayıcılığı söz konusu değilse de siyaseten hem Avrupa’nın iç kamuoyuna ve hem de Türkiye’ye yönelik bir etkisi olacaktır. 2017 yılında seçimlerin gerçekleşeceği bazı Birlik üyesi ülkelerin (Fransa, Almanya ve Hollanda gibi) iç siyaset dinamikleri açısından bu karar derin mesajlar içermektedir. Aşırı sağcılık, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, İslam düşmanlığı ve hatta Türk düşmanlığı girdabında değer krizine savrulmuş olan Batı dünyası dünyayı yeni bir felaketin eşiğine sürükleme potansiyeline sahiptir. Açık biçimde terör örgütlerine (FETÖ, PKK) ve mensuplarına lojistik destek sağlayan ikiyüzlü Avrupa politikaları, Türkiye kamuoyunda AB’ye yönelik derin bir kuşku ve güvensizlik duygusu var etmiştir. Nitekim bu durum, yapılan anket sonuçlarında da kendisini ortaya koymaktadır. Avrupa başkentlerinden (örneğin Avusturya) Türkiye ile ilişkiler konusunda yükselen faşizan ve izolasyonist söylemler, bu güvensizliği her geçen gün derinleştirmektedir. Bütün bu travmatik süreçlere rağmen şu gerçek unutulmamalıdır; Fiziki ve kültürel coğrafyası ile Avrupa’nın artık saflaştırılması söz konusu değildir. Avrupa’nın beşeri bünyesini din ve etnisite üzerinden sistematik biçimde saflaştırmaya (etnik temizlik; soykırım; kültürel kırım) yönelik yıkıcı politikaları karşısında Türkiye’nin ve vicdan dünyasının sessiz kalması söz konusu olamaz. Avrupa, yaklaşık 10 milyon yurttaşımızın yaşadığı bir coğrafyadır (Artık bir Avrupa vardır Avrupa’da Avrupa’dan içeru!) O yüzden Avrupa Birliği ile ilişkilerimizde kategorik bir ret politikası sürdürmemiz mümkün değildir. Birliğin samimiyetsizliğini tescilleyen bu talihsiz karar ile tam üyelik perspektifinin ağır bir darbe aldığı ya da yok olduğu aşikârdır. Ancak çoğulcu uluslararası ilişkiler konseptinin sürdürülmesi noktasında farklı iş birliği modelleri ve stratejileri geliştirilmelidir. Zira hâlen Avrupa Birliği ülkeleri ile aramızda sürmekte olan ticari, sınai, hukuki ve kültürel ilişkiler ile taahhütlerin izi sürdürülmek durumundadır. Bütün bunlara rağmen, çıkar ve güvenlik paradigması açısından Avrupa Birliği'nin Türkiye’ye olan bağımlılığı daha da artmıştır. Türkiye’nin Batı dünyası ile olan köklü ilişkisini, bir ideolojik bağlanma ilişkisi olarak üreten öz güvensiz ve pejoratif söylem biçimlerinden uzak durmamız gerekmektedir. Zira ulusların dış politika alanında diğer ülkelerle olan iş birlikleri ve çatışmalarında gözetmesi gereken temel değer ölçütünü, bağımsızlık ilkesi oluşturmaktadır. Uluslararası ilişkilerde realist paradigmatik ölçütleri ‘güç, çıkar ve güvenlik ilkeleri’ teşkil etmektedir. Bu ilkeler, dış politik alanda ulusların tercih ve eksen çoğulluğu üzerinden bir siyaset geliştirmelerini gerekli kılar. O yüzden bu noktada Türkiye’nin geç kalınmış olsa da yeni bölgesel paktlar ve çok yönlü ilişkilere yönelmesi icap etmektedir. Bu bağlamda Şanghay İşbirliği Örgütü (1996) ile geliştirilmeye çalışılan ilişki anlamlıdır. Ancak çift kutuplu dünya perspektifine uygun olarak birini ötekinin yerine ikame etme çabası doğru değildir. Türkiye’nin bu noktada uluslararası camianın örgütsel yapıları ile çoğulcu bir ilişkiler ağı kurması, etkileşim yoluyla gelişmeye dayalı işbirlikleri oluşturması ve farklı ülkelerle sıfır toplamlı olmayan stratejik ilişkiler geliştirmesi gerekmektedir.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.