Savaşların esrarlı silâhı: İstihbârât

A -
A +

Çok zekî olan Sultan Abdülhamid, merkezi Yıldız’da olan istihbârât servisini kurdu.  O, plânlarını yapar ve uygulatacağı gün görevleri tevdî’ ederdi. Teşkîlât belli bürolara veya merkezlere değil, doğrudan saraya bağlıydı. Sultan, bu işlerde uzun yıllar Batı istihbârât birimlerinde çalışan Fransız Mösyö Bonin’i tercîh etmişti.

Osmanlıda “İstihbârât-ı meczûbiyye” birimi, halk arasında gezen meczuplardan meydana getirilmişti.

Zekâ yeni şartlara çok çabuk uyum kabiliyetidir.

Dünya küçülmeye başladıkça devletler birbirlerinin iç yüzlerini daha çok öğrenme ihtiyâcı hissettiler. Yirminci asır, modern savaşların başlangıç çağıdır ve bu da istihbârât (haber alma) devrimlerinin ateşleyicisidir.

Dünyâda her zaman savaş olmuştur; insan varsa savaş da vardır. Bu durumda her devlet bu sosyal realiteye hazır olmalıdır.  150 yıl önce şâir ve hekim olan Abdülhak Molla ne güzel ifâde etmiş:

“Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz ü felâh /// Hâzır ol cenge eğer istersen sûlh u salâh.” (Bütün devletlerin kurtuluşu şu sözdedir: Eğer barış istiyorsan her zaman harbe hazır ol. )

Bugün bütün protestolara rağmen devletler en büyük bütçelerini silâhlanmaya ayırıyor. Silâhlanma işin maddî boyutu. Bu bütçenin büyük bir kısmı da altyapı, plânlanma ve haber alma teşkilâtlarına harcanıyor. Hangi devletin haber alma gücü kuvvetliyse, bu sistemle dünyâyı bir örümcek ağı gibi sarar ve bu güçle de dünyâ dengelerini bozar. Amaç sâde savaş değil, terördür.

Mîlâttan sonra 5. yüzyılda da Zerdüşt din adamı Mazdek’in felsefî sistemi ile başlatılan ve bir nevi “erken komünizm” olarak bilinen sistemle mülkiyete ve tabîî ırza müdâhale başlamıştır. Şeyh Bedreddîn’in etkilendiği bu sistem, hem düşünce (felsefe) hem de teröre varan uygulamaları ile Marksizm’in başlangıcı olarak da kabul edilir. Yine bunlardan Nizârî İsmâilî Devleti’nin ve Haşhâşî fedâî grubunun kurucusu Hasan Sabbâh, terörün yaygınlaşmasının başaktörüdür.

 

ZAMÂNIMIZIN ONLİNE SAVAŞI: TERÖRİZM...

 

Uzun zamanlardan beri devâm edip devletleri ve halkları rahatsız eden büyük fitne terörizm, 19. asırdan îtibâren modern ve kendi bilimsel disiplini ile yönetilen uluslararası bir teşkilât hâline gelmeye başladı. Bu kripto savaşla uğraşabilmek için olmazsa olmaz silâh da tabîî ki istihbârâttır.

Uluslararası yeraltı şebekelerinin şehir uzantıları olarak faaliyet gösteren terörizm, bir de geniş şekilde uyuşturucu ve silâh kaçakçılığı yaparak işin mâlî boyutunu da halletmiş durumdadır. Bu iş o boyutlara gelmiştir ki uyuşturucu baronları devlet kademelerine de sızarak büyük yıkımlara sebep olmuşlardır

Dünyâda altın üçgen diye bilinen bir evvelki üretim platformu,  Birmanya, Tayland ve Laostu. Bu üçgen en büyük afyon üretim sâhasıydı. Son zamanlarda afyon ikinci plana düşüp yerini metamfetamin denen sentetik uyuşturucuya bıraktı. Merkez yine Birmanya, dağıtım-pazarlama Tayland.

“Yeni altın üçgen Afganistan, Pâkistan, Îran. Bu ürünler Kırgızistan, Kazakistan ve Polonya yoluyla dünyâya dağıtılıyor. Belçika, Hollanda ve Balkan devletlerinin en büyük alıcıları ise PKK ve DEAŞ.” (CNN Türk canlı yayın, Nihat Uludağ)

O hâlde anlaşılıyor ki devletler kendilerini korumak için en az silâhlı mücâdele kadar uyuşturucu ile mücâdele ve istihbârâta ihtiyaç duymaktadır. Çünkü uyuşturucu akımı genel kanâate göre bâzı devletlerin de bilgisi dâhilinde yapılmaktadır. Bunun en büyük sıkıntısını çeken devletlerden birisi de Türkiye’dir. PKK, DHKP-C, DEAŞ,TKPML gibi terör teşkilâtlarıyla devletimiz uzun zamandan beri uğraşmaktadır.

9 Ocak 1996’da Sabancı Center’e sızan 3 DHKP-C militanı Özdemir Sabancı, Halûk Görgün ve Ayşe Nilgün Hasefe’yi öldürdüler. Olayın asıl düzenleyicisi Fehriye Erdal altı ay önce temizlik işçisi olarak girdiği binâda, önemli kişilerin 25. katta olduğunu bildirdi. Esas hedef Sâkıp Sabancı idi. Mustafa Duyar ve İsmâil Akkor, Özdemir Sabancı ve oradakileri katletti. Esas sıkıntı şu: Fehriye Erdal Belçika’da Knokke-Heist şehrinde saklanıyordu; bir yangında yakalandı. Ne gariptir ki bu teröriste ev hapsi verildi. 2006’da firâr eden Erdal, Türkiye’nin baskısıyla 2017’de tekrar yargılandı ve 15 yıl hapisle cezâlandırıldı; beklenen oldu ve Erdal yine firâr etti ve hâlâ firarda. Hâlbuki dünyâ istihbârâtı bu terörist kadınla uğraşıyordu; daha doğrusu öyle göründü.

PKK ve DHKP-C’liler başta Almanya olmak üzere Türk evlerini yaktılar ve vatandaşlarımızı öldürdüler.

Ermeni teşkilatlarının Türk diplomatlara yaptığı sû-i kastler, hâfızalarımızda capcanlı  durmaktadır. Dünyâ istihbârâtı burada da sınıfta kalmıştır.

Bugünün dünyâsında devletler ordularıyla değil istihbârât teşkilâtlarıyla gündeme gelmektedir. Bunların en önemli olanlarını şöyle bir hatırlayalım:

MOSSAD (İstihbârât ve Özel Operasyonlar Enstitüsü): 1949’da Tel-Aviv’de kuruldu. Pek çok fâili meçhul cinâyetlerin aslî unsurudur. Netanyahu, Îran nükleer te’sislerinde bile ajanlarının olduğunu açıklamıştır.         

CIA: Dünyânın en büyük merkezî haber alma teşkilâtıdır. 1947’de Harry Truman tarafından kurulmuştır.11 Eylül 2001 saldırısını beş hafta evvel bildirmiştir. Özel işkence birimleri de vardır.

SAVAK: 1957’de ABD, Îran’a yardım ederek bu teşkîlâtı kurdu; hâlen bu adla devam ediyor.

FSB: CEKA, NKVD ve KGB yerine kurulmuş bir Rus haber alma teşkîlâtı.

GRU:  Rusya genelkurmayına bağlı haber alma kuruluşudur.

SVRRF: Rusya’nın dış istihbârât servisidir. 

TM (Teşkîlât-ı Mahsûsa): Harbiye Nazırı Enver Paşa tarafından 1913’tekurulmuştur. TM, Kafkasya, Yakın Doğu, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya’da faaliyet gösteriyordu. Bu teşkîlât içinde Eşref Sencer Kuşçubaşı, Yâkup Cemil, Dr. Bahaddin Şâkir, Midhat Şükrü Bileda, Nûri Killigil, Halil Kut Paşalar, Ali Fethi Okyar, Ali Çetinkaya (Kel Ali), Nûri Conker ve Rauf Orbay aktif elemanlardı. 

Teşkîlât, Pan-İslâmist ve Pan-Türkist ideallere sâhipti.  Sultan Abdülhâmîd’in kurduğu geniş kapsamlı ve uzak ülke elemanlarının büyük bir kısmı TM’da da çalışmıştır. Esâsen Enver Paşa çok hırpaladığı Abdülhamîd’in birçok fikrini de uygulamaya koymuştur. Abdülhamîd açıkça Pan-İslâmizm’i savunurken Balkan ve Kafkas ve Rusya’daki Türklere de gölge olmuştu.

MİT (Millî İstihbârât Teşkîlâtı): Türkiye Cumhûriyeti Cumhurbaşkanlığına bağlı bu teşkîlât, 1965’te Millî Emniyet Hizmeti yerine kurulmuştur. İç ve dış tehlikelere karşı gerekli haberleri almakta başarılı bir kuruluştur.

 

DÜNYÂCA MEŞHÛR İSTİHBÂRÂTÇILAR

 

Mata Hari, Holandalı olan Mata Hari’nin esas adı, Margaretha Geeartruida Zell’dir. Fransız, İngiliz ve Rus subaylarından topladığı bilgileri ve askerî belgeleri kızına yazılmış mektuplar gibi özel diplomatik kuryelerle Fransa’dan Almanya’ya ulaştırmıştır. Fransa’da idama mahkûm edilmiş ve asılarak öldürülmüştür. (1917 )

Hempher, İngiliz-Vehhâbî- Şiî ayağının en önemli faktörlerindendir. Londra onu Irak’a yollarken “Müslümanların arasına gir ve o vücûdu mafsallarından ayır!” demiştir. İngilizler Abdülvehhâb’la tanışınca “Tam aradığımız adamdır, Şiî olmamasına rağmen Sünnî halîfe ve aşırı Türk düşmanıdır. Bu şiddetli adamı yönlendirmek de Hempher’in işiydi. Merhûm Hüseyin Hilmi Işık Bey’in “İngiliz Câsusunun İtirafları ve İngilizlerin İslâm Düşmanlığı” adlı eseri bu konu için okunacak bir kitaptır. Bu hatıralar ilk önce Alman gazetesi Der Spiegel’de neşredildi. Ayrıca İngilizce, Farsça ve Arapçaya da çevrilen hâtıralar hakkında merhûm M. Necâtî Özfatura Bey’in yazdığı “Britanyalı Terörist Hempher” makâlesi de okunmalıdır. (Türkiye Gazetesi, 25 Aralık 2003)

Thomas Edward Lawrence, adlı dünyâca ünlü câsusun en önemli özelliği 1. Dünyâ Harbi’nde Arapları Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmasıdır. Aslen Oxford mezûnu olan Lawrence, arkeolog olarak, Mezopotamya, Sûriye, Mısır ve Filistin’i gezip oralarda İslâm örf ve âdetlerini öğrendi. Adâlet ve barışın hüküm sürdüğü bu topraklarda Arapları Osmanlıya karşı kışkırtırken işin aslını saklamak için sözde Batı’ya karşı da kışkırtıyor gibi göründü. Öyle ki Araplar onu halk kahramânı îlân ettiler. Birinci Dünyâ Harbi’nde yüzbaşı olarak Kâhire’de İngiliz haber alma teşkîlâtına çalıştı. Bu arada Abdülazîz b. Suûd’a İngilizlerden yüklü miktarda para ve silâh yardımı sağladı. Akabe ve Şam’ın işgâlinde Araplar İngilizlerin safında yer aldı.

 

YILDIZ SARAYI İSTİHBÂRÂTI

 

Osmanlının son devrinde Abdülazîz’in şehîd edilmesi ve gittikçe artan azınlık, talebe ve yerli işbirlikçilerin devlete ve Sultân’a yönelik hareketleri, köklü tedbirlerin alınmasını gerektiriyordu. Ülkede sû-i kastler dönemi de başlamıştı. Arap ülkelerinde, Rumeli ve Balkanlarda câsuslar, ajanlar cirit atıyordu. Bu arada Mason Locaları tarafından V. Murâd’ın tekrar tahta çıkarılma plânları ve hareketleri, Çırağan Ali Süâvî Vak’ası Sultân Abdülhamid’î esaslı bir haber alma teşkîlâtı kurmaya sevk etti.

İngiltere ve Fransa çok kuvvetli haber alma teşkîlâtları kurdular. Bütün devletlerin aldığı nefeslerini sayıp nabızlarını tutuyorlardı. Tabîî ki yine en büyük hedef Osmanlıydı. Almanya ve Rusya’yı da fitne ortaklığında unutmamak lâzımdı. Osmanlıda Sultan Abdülhamîd’e kadar haber alma zarûrî değildi, ama her devlet kendi ihtiyâcına göre bir şekilde bu sistemi kurmuştur.

Zekâ yeni şartlara çok çabuk uyum kabiliyetidir. Çok zekî olan Koca Sultan bu oyunun da paradını (sporda bir hamleye karşı hamle) gecikmeden aldı. Merkezi Yıldız’da olan istihbârât servisini kurdu. Dış düşmanların mükemmel teşkîlât diye niteledikleri bu servise iç düşmanlar “jurnal” (Bir kimseyle ilgili olarak, yetkililere gizli verilen kovalama kötüleme yazısı) dediler. Sultan’a jurnalci, ispiyoncu gibi yaftalar taktılar. Bu teşkîlâtlar kurulmasaydı, masonlar-Jön Türkler- İttihâdcılar- Ermeni ve Makedon çeteleri, modern ve birleşik Haçlı ittifâkı olan İngiltere-Fransa- Rusya hattâ sonra Amerika güdümlü şer odaklarıyla birleşince, onlarla aslâ baş edilemez ve Osmanlı Devleti 1880’lerde yıkılırdı.

Sultan, bu teşkîlâtın düzenlenme işini Sadrâzam Saîd Paşa’ya verdi. Daha önce Mahmûd Celâleddîn Paşa’nın kurduğu özel istihbârât birimini de kendisi üstlendi. Bunun ne kadar isâbetli olduğu da Sultân’ın eniştesi Mahmûd Celâleddîn Paşa’nın bir dönem yaptığı ihânetlerle ortaya çıkmıştır.

Her işte uzmanlık mühimdir. İşi ehline vermek dînimizin de emridir. Sultan, bu işlerde uzun yıllar Batı istihbârât birimlerinde çalışan Fransız Mösyö Bonin’i tercîh etmiştir. Akla şöyle bir soru gelebilir: Düşmanın kurduğu bu sisteme güvenilir mi? İstihbârât teşkîlât sistemini kurmak ayrı, haber alıp değerlendirmek ayrıdır. Sultan sâdece Mösyö Bonin’i değil, gayr-i Müslimleri ve hattâ yabancı sefirlik elemanlarını da bu işte kullanmıştır.

Sultân’ın âilesi ve en yakınları bâzı bilgilere ulaşamazdı.  O, plânlarını yapar ve uygulatacağı gün görevleri tevdî’ ederdi. Teşkîlât belli bürolara veyâ merkezlere değil, doğrudan Saray’a bağlıydı. Telgrafla gelen haberler Mâbeyn-i Hümâyun Başkâtipliği’ne ulaşır, sonra Sultân’a iletilirdi.

Teşkîlât’ın saray görevlilerine “Tabaka-i bâlâ” denirdi. Bunların arasında, vükelâdan, feriklerden, sadrâzama kadar çeşitli görevlerden insanlar vardı. Bütün haber alma birimleri hücre gibi çalışır ve birbirlerini tanımazlardı.  Teşkîlât’ta Dağıstanlı mollalar,  Libyalı şeyhler, Hintli dilenciler, Sûdanlı seyyahlar, Afganlı ve Buhârâlı hacılar, Tatar hocalar ve daha niceleri…  Bunların büyük bir kısmı ücret almadan devlet için çalışırlardı. Zaman zaman Saray içinde kilit noktada çalışanlara devlete bağlamak için rütbe ve nişanlar da verilirdi.

Saray’da bir de şifre dâiresi vardı. Mâbeyn başkâtibinde bütün vilâyet ve sefâretlerin resmî şifreleri bulunurdu. İngilizler bütün telgrafları dinleyebilen bir bağ oluşturmuşlardı. Şifre doğrudan zekâ ürünü olduğu için bu konuda İngilizler de çâresiz kaldılar. İngilizlerin 30 bin kişilik teşkîlâtına Koca Sultan 20 bin kişilik bir grupla karşılık verdi. Victor Berard şöyle diyordu: “Abdülhamîd Han’ın Çin, Fas, Hindistan, Buhârâ, Mısır, Tunus, Bosna ve Kafkasya’da çok adamları vardı.”

Güç o dereceye ulaşmıştı ki İngiliz gizli komisyonunda alınan bir karar Kraliçe’ye gitmeden Türkçe tercümesi Sultân’ın elinde olurdu.

 

MECZÛB İSTİHBÂRÂTI

 

İstihbârât-ı meczûbiyye birimi halk arasında gezen meczuplardan meydana getirilmişti. Halk bunlara ermiş, evliyâ, derviş nazarıyla baktığı için her yere rahatça girip çıkabilirlerdi. Bunlar esas yeminli kuruluşlardı. Habere ulaşan bir derviş akşam ezanında belirlenen tekkelerde verilen yemeklere katılırdı. Gelen haberler şehir başkanına verilir, o da mabeyn başkâtibine ulaştırırdı. Bu tekkelerin en meşhûru Molla Fenârî Îsâ Câmii ve Tekkesi idi. Sultân’a bu konuda çok para harcadığını söyleyen Sadrâzam Paşa’ya cevâbı târihe düşülecek bir nottu: “Paşa bilesin ki en ucuz harbi yapıyoruz.”

Sultân’ı suçlayanlar bu teşkîlâtı kendisini korumak için kurdu demişlerdi. Şunu unutuyorlardı: Monark idârelerde sultan, imparator, şah devlettir. Kaldı ki Abdülhamîd bu sistemi kendisini canını korumak için kursaydı sık sık halk arasına tebdîl-i kıyâfetle katılmaz, Cumâ Selâmlığı’na çıkmaz, tekkelerde zikirlerde bulunmazdı.

O gittikten sonra muhâliflerden Ahmed Râsim’in şu beyti bütün sultan düşmanlarına verilmiş hârika bir mesajdı.

“Sen değil naaşın hükümdâr olsa elyakdır bize

Dönsün etsin taht-ı Osmânî’ye tâbûtun cülûs.”

(Bizim için sen değil ölü bedenin bile hükümdarlığa en lâyık olanıdır. Tâbutun dönsün ve Osmanlı tahtına otursun.)

Ba’de harâbi’l Basra! (İş işten geçtikten sonra)

…..

Faydalanılan kaynak: Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, Kayı X, Osmanlı Târihi, II. Abdülhamîd Han, s. 70-71, Timaş, İst. 2021

 

 

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.