“Kut”tan “zıllullâh-ı fi’l-âlem”e Kut kimdeyse kağan odur

A -
A +
 

İslâm öncesi Türklerdeki inanışa göre kağanlık istemekle alınan bir makam değildir; ‘kut’ kime verilmişse kağan o olur. Babanın önce büyük oğlu sonra küçük oğlu (tigin) özünde kut taşıdığı için kağan olabilirler. Tiginler olmazsa erkek yeğen “şad” unvanıyla yüksek rütbeli bir komutandır veyâ o da amcadan kut taşıdığı için kağan olma hakkına sâhiptir.

 

Eski Türklerde, Selçuklularda ve Osmanlıda sultan soylular kılıçla öldürülemezdi. Hakkında ölüm karârı verilen han soylular, ok kirişi ile boğularak öldürülürdü. Han soyluların kanlarının toprağa düşmesi uğursuzluk sayılırdı.

 

Kut alma maddî bir işlem değil mânevî bir kabul sayılır.

 

Devletlerin idârî şekillerinin değişmeleri en mühim sosyal olaylardandır. Orta Çağ mutlakıyet demektir; krallıktır, sultanlıktır vb. daha da evveline gidilirse kağanlıktır, hanlıktır, beyliktir.

Eski Türklerde kağanlık, kanlık (hanlık) beylik, “Kök Tengri”den kut almadan mümkün olmazdı. Türk kağanları, çadırda da, obanın çemeninde de doğsalar, gökte doğmuş ve “kut almış” kabûl edilirlerdi. Göktürk Kitâbeleri’nin giriş kısmında şöyle bir cümle vardır: “Tengri teg tengride bolmış Türk Bilge Kagan bu ödke olurtum.” KG/ 1 (Tanrı gibi gökte doğmuş olan  ‘ben’ Bilge Kağan bu zamanda idâreyi ele aldım.)  

Kut alma maddî bir işlem değil mânevî bir kabuldür. “Kut”  kelimesini Vambery, Radloff, R. Rahmetî Arat, Thomsen, Fuâd Köprülü, Halil İnalcık ve Kilisli Rif’at Bey gibi dilciler “saadet, mutluluk” olarak yorumlamışlardır. Daha sonra Sadri Maksûdî Arsal ve İbrâhim Kafesoğlu  “kut” kelimesinin aslında “siyâsî hâkimiyet”  ifâde ettiğini belirtmişlerdir. Türklerdeki bu kut kelimesi, hukûkî tâbiri ile “imperium”dan başka bir şey değildir. İdârî, askerî, kazâî sahalarda hâkimiyet hakkı mânâsındadır. Toprağa da ancak idâre edilen insanlar vâsıtasıyla yansır. Kut yânî siyâsî iktidar kutsaldır, çünkü menşei tanrısal olarak kabûl edilir. Bu konu kitâbelerde Bilge Kağan’ın dilinden şöyle ifâde edilir: Tanrı irâde ettiği için “kut”um var olduğu için hakan oldum.

Uygur Türklerinde “idi kut, ıduk kut, ıdhuk kut”, majeste, haşmetmeâb, devletlü mânâsındadır ve kut’un siyâsî iktidar olduğunun delîlidir. Kutadgu Bilig, saadetlenme, mes’ûd olmaktan ziyâde hükümdarlık bilgisi, siyâsî hâkimiyet bilgisi veyâ devlet olma bilgisidir. Iduk Uygur Türkçesinde gönderilmiş, kutlu, azîz ve mübârektir. Idmak göndermek, “ıduk kut” ise rütbedir. (Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, A. Caferoğlu, Edebiyat fak. Yay. s. 85, İst. 1968)

Iduk: Kutlu, mübârek olan. (Dîvânü Lugâti’t-Türk Dizini, TDK Yay.  S. 45,Ankara 1972)

“Sekiz Yükmek” adlı Uygur Budist meninde “ıdhuk” yine gönderilmiş olup aslı Sanskritçedir.

Kutadgu Bilig’de “idi” Allâh lafzı yerine kullanılmıştır. İlk İslâm Türk eseri olan bu metinde içinde “idi” geçen kelime ile ilk beyit “Besmele-i şerîfe”ye tekâbül eder:

Bayat atı birle sözüg başladım/// Törütgen, igidgen, keçürgen idim. Yâni, Kadîm olan Allâh’ın adı ile söze başladım.  (O) yaratan, besleyip büyüten, terbiye eden ve bağışlayan Allah’tır.

İdi’m, Rabb’im, Allâh’ımdır. Bayat, kadîm; igidgen, Rab, terbiye eden, besleyen, rızık veren; keçürgen ise gaffâr, gafûr, gafîr anlamındadır.

İdi bugünkü Türkiye Türkçesi’nde daralmış anlamıyla bir gramer terimi olarak sâhiplik (iyelik) eki olarak geçer. Ayrıca “iye” bugünkü Türk lehçe ve şîvelerinde de sâhip olarak kullanılır şeklindedir. Başkurt T. iye, Türkmen T. eye, Kazak T. eye, Özbek T.eye dir.

İdi, ıduk kelimesi “kut” ile birlikte kullanıldığı zaman Kök Tengri’nin onayı ile hanlık unvânını almış kağanın sıfatıdır. Nitekim Kutadgu Bilig’de “Allâh kime hanlık bahşetmişse ona, onunla ilgili gönül de vermiştir” diye geçer.

Kitâbeler’de “kut” bağımsız olarak ve yine aynı anlamda kullanılır.

“Tanrı lutfettiği için ve özümdeki kut varlığından dolayı kağan oldum. KG / 9

Türk milleti yok olmasın millet olsun diye Babam İlteriş Kağan’ı ve Annem İlbilge Hatun’u göğün tepesinden tutup yukarı kaldırmış. (KD /11)

İlteriş Kağan (Ülkeyi derleyip halkını tekrar bir araya toplayan) diğer adıyla Kutlug Kağan, yâni “kut” sâhibi İlteriş Kağan demektir.

Çin sarayını basan meşhur Kür Şad, Çuluk Kağan’ın en küçük oğludur. İlteriş Kutlug Kağan da Kür Şad’ın amcasının oğludur. İlteriş dönemi Göktürklerin ikinci diriliş dönemidir. Kutluk Kağan dağılan milleti toplar ve Çin nüfuzunu kırar. İlteriş’in iki oğlu Kültigin ve Bilge Kağan’dır. Bu durumda babadan “kut” aldıklarının en büyük delili de “özüm” kut”um bar olduğu ifâdesidir.

“Türk Milleti’nin adı sanı yok olmasın diye, millet yok olmasın diye beni kağan yaptı.” (KD /21-26)

Yukarıdaki metinlerden de anlaşılacağı gibi, İslâm öncesi Türklerde kağanlık istemekle alınan bir makam değildir; kut kime verilmişse kağan, kan, beg o olur. Babanın önce büyük oğlu sonra küçük oğlu (tigin) özünde kut taşıdığı için kağan olabilirler. Tiginler olmazsa erkek yeğen “şad” unvanıyla yüksek rütbeli bir komutandır veyâ o da amcadan kut taşıdığı için kağan olma hakkına sâhiptir.

Eski Türklerde, Selçuklularda ve Osmanlıda sultan soylular kılıçla öldürülemezdi. Hakkında ölüm karârı verilen han soylular, ok kirişi ile boğularak öldürülürdü. Han soyluların kanlarının toprağa düşmesi uğursuzluk sayılırdı.

 

İSLÂMİYET’LE GELEN DÖNÜŞÜM

 

Türklerin Mekke ve Medîne’yi fethetmesiyle İslâmî kimlik daha da netleşmiş ve hilâfet varlık mânâsını bulmuştu. Hilâfetin Memâlik-i Osmâniyye’de (Osmanlı toprakları) gözle görülür etkisi Kemal Paşazâde ve Ebussuûd Efendilerin bu konudaki görüşlerinden dolayı perçinlenmişti. Zîrâ şeyhülislâmlar kazânın reisi olarak Şer’-i şerîf’in uygulanmasında pâdişâhların tek referanslarıdır.

Cemil Meriç demokrasi ve yönetim konusunda şunları yazar: “Katıksız demokrasi ayak takımının despotizmidir. (Voltaire) Demokrasi hırstır. (De Maistre) Demokratik cumhûriyetlerin sonu ahlâkî çöküştür. (Thiery)

İslâmiyet’in demokrasi anlayışına göre insanlar doğuştan eşittir. Her kul Rabb’in lûtfundan aynı ölçüde faydalanır.

Hükmeden Allâh’tır; bu hâkimiyet devredilemez. Allâh her türlü ulü’l-emri (baş yönetici) otorite ile doğrudan doğruya techîz eder (donatır). Emir veyâ sultan seçimle gelse de durum değişmez. Emir (teşriî majister) (yasama), Kur’ân-ı kerîmdir. Fıkıh (kazâî majister) bir hüküm yânî icra kuvveti vardır. Hüküm yalnız Allâh’ındır. Bir aracı tarafından (ulü’l-emr) yürütülür. Ulü’l-emrin ne kazâî  (yargı) ne de teşrî (yasama) kuvveti vardır. (Demokrasi ve İslâmiyet, Cemil Meriç, Hisar Dergisi, Sayı, 98, Şubat, 1972 )

Kazâ: Hüküm, yargı karârı, yargı görevi, yargı gücü. Mecelle bunu hüküm ve hâkimlik olarak açıklar. Kazâ, hüküm ve hâkimlik mânâlarına gelir. (Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, md. 1784, Dersâdet Mat. 1322 (1906) İstanbul.)

Osmanlı Devleti’nde icrâ ve sınırlı bir şekilde teşrî ile birlikte kazâ yetkisi pâdişahtadır. Kazâ görevi kâdılar tarafından yürütülür. Yetkileri üzerinde toplayan ulü’l-emr olan pâdişâhtır.

Eski Türklerde yazılı olamayan kanunlar (töre) kutsaldır ve icrâ ve kazâ da bununla işlem görür. Tanrı kime kut verdiyse bu kutsal töreyi yürütme ve yargılama karârını da ona vermiştir.

Ali Emîrî Efendi’nin İlmiyye Salnâmesi’ne yazdığı “Meşîhat-ı İslâmiyye Târihçesi”nin sonuna eklediği “Müftîlerin ve Şeyhülislâm hazerâtının ulviyet-i makâm ve celâdet-mesned-i bâ-ihtirâmları… kısmındaki ifâde dikkat çekicidir. Yâni (Müftüler ve Şeyhülislâm hazretlerinin hürmete değer yüceliğinin makam ve ulviyeti…)

“Bunların makamları Müctehid İmâmların vârisleri olmalarındandır.  Ebû Hanîfe’nin tâkipçilerine sultanlar ta’zîm (hürmet etmek) eder.”

Sultan II. Mehmed (Muhammed) çağdaşı ve bilgini Tursun Bey kaleme aldığı eserinde şu görüşlere yer verir: “Her devirde bir hükümdâra ihtiyaç vardır. Bu ulu kişiye gerektiği gibi itaat edilmelidir. Hükümdârın ululuğu yaratılmışların en şereflisi olan insanın hâllerini düzene koymasından kaynaklanmaktadır.” (Haldun Eroğlu, Osmanlılarda İktidârın değişme Süreci ve Meşrûiyet Sorunu. Ank. Üniv. DTCF Dergisi 43, 2 2003.)

Pâdişahlar için söylenen şu klişe sözler de onların ulvî ve dînî bir hüviyet kazandıklarını gösterir: Der- mehâmid-i pâdişâh-ı ımuazzez ü mükerrem zıllullâh-ı fi’l-âlem ebede devletehû ve saltanâtehû  (Cömert ve yüce, kendisine şükran duyulan, âlemde Allâh’ın gölgesi. Allâh onun devletini ve saltanâtının ebedî kılsın.)

Zıll-ı Hakk, pâdişâh-ı heft iklîm a’nî Sultan Murâd ibn Selim. (Hakk’ın gölgesi, yedi ülkenin pâdişâhı yânî Sultân Murad b. Selîm.)

Burada gölgeyi aslî anlamda kullanmak hiç uygun değildir. Zîrâ bu îmâna taalluk eden bir mes’eledir. Gölge bir varlığın cismi olan bedeninden geçemeyen ışığın şeklen karanlık bir sûret olarak yansımasıdır Gölge olması için ışık ve cisim lâzımdır. Işık da cisim de mahlûktur. Gölge bir mekânda belirir.  Allâhü te’âlâ mekândan münezzehtir ve mahlûk olan ışık ve gölge ile münâsebeti onları yaratmış olmasındandır.

Zıll, güç, kuvvet, mutlak hâkimiyet anlamında bir mecazdır. Bu durumda “zıllullâh” Allâh’ın kendi gücünden ulü’l-emre lutfettiği güçtür.

Meselâ Fetih Sûresi’nin 10. ayet-i kerîmesinde “yedullâhi fevka eydîhim”  (Allâh’ın kudreti onların kudretinin üzerindedir). Görülüğü gibi yed (el) burada güç, kuvvet olarak alınmıştır.

Yine Rahmân Sûresi 27. Âyette “ve yebkâ vechu Rabbike zülcelâli ve’l-ikrâm” (Ancak yüce ve ikrâm sâhibi Rabb’in bâkî kalacaktır). Burada da vech yânî yüz, Rabb’imizin zâtı olarak alınmıştır.

Bir hadîs-i kudsî’de: “Kulum bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zırâ yaklaşırım. O bana bir zırâ yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim” ifadeleri yer alır. (Buhârî )

Bu konuda İbn Battâl, Taberî’den şunu nakleder: “Cenâb-ı Hakk kulun azıcık tâatini bir karışa benzetirken ona mukabil vereceği ikrâm ve sevâbı bir arşına benzetmiştir. Bunu tâatine yönelen kimselere karşı ikrâmının bolluğunu göstermek için bir delîl olarak kullanmıştır. Burada yakınlık “kurb” /// fekâne kaabe kavseyni ev ednâ ///âyetinde geçen yakınlığın bir benzeridir. Buradaki yakınlık “mertebe”dir ve ikrâmın bolluğudur. Koşma da burada bir mecazdır. Bununla da kula rahmetin sür’atle geldiğini o kuldan Allâh’ın râzî olduğunu ve kula verilen sevapların çokluğu kast edilmiştir. Mesâfenin katedilmesi cisimlerin yaklaşması ile olur; bu ise Rabb’imiz için muhaldir (imkânsızdır). İfâdelerin hakîkate hamli muhal olunca mecaz kastedildiği ortaya çıkar. (Yâni ifâdelerin hakîkat hâliyle yorumlanması mümkün değilse o zaman mecaz kastedilmiş demektir.) Mecaz, Ar. Câiz olmak, ifâdeye kuvvet vermek için benzerlik veyâ daha değişik bir ilgiye dayalı olarak gerçek anlamı dışında kullanılan sözdür.

 

HALİFE KELİMESİ HANGİ ŞEKİLDE KULLANILDI

 

Hazret-i Ebûbekr’e Halîfe-i Resûlullâh diyen Sahâbe-i kirâm, Hazret-i Ömer’e de Halifetü Halife-i Resûlullâh dediler. Bu söylenişin zorluğundan dolayı emîrü’l- mü’minîn kabûl gördü. (Taberî, 4-208 )

 

OSMANLIDA HİLAFET VE HALÎFELİK

 

Sultan Birinci Murâd’dan îtibâren Osmanlıda halîfe unvânı kullanılmıştır. Yavuz’un İstanbul dönüşünde Eyüp ve Ayasofya Câmii’nde Hilâfet Kılıcı’nı ona Eski Halîfe Mütevekkil Alallâh  kuşatmıştır. Hoca Sa’deddîn Efendi “Libâs-ı Hilâfet’i istihkâk ve telebbüs eylemişken dervişlik kisvet ve libâsı ihtiyâr etmişti.”  (Halîfelik elbisesini hak etmiş ve giymişken derviş gibi giyinmeyi seçmiştir) sözü de ayrı bir delîl olarak gösterilebilir. Bunun bir rivâyet olup halîfeliğin Osmanlıya intikâlini kabûl etmeyen târihçiler de vardır. Tıpkı Halil İnalcık ve İlber Ortaylı gibi…

“Ve en evvel Hulefâ-yı Abbâsiyye bekâyâsından (kalan) Mısır’da mevcûd olan zâtı, İstanbul’a celb ile Ayasofya câmi’inde hakk-ı hilâfeti alenen Hânedân-ı Osmânî’ye terk ittirdi.

“…Bu riyâset-i rûhâniyye bid’atini ilgâ eylemiştir ki bu sûret kendinin cemî’-i İslâm’ı teshîr-i âlem (cihânı fethetme) maksadına pek büyük medâr (dayanak, esas) oldukdan başka bir insan bey’at veyâ verâset tarîkıyla Müslümanların riyâsetine geçtiğiyçün ‘Aleyhisslât Efendi’mizin rûhâniyyet ve ma’neviyâtına halef olmak lâzım geleceğini ve siyâdetin (seyyidlik) hâdimiyyetten (hizmetkârlık) ibâret olduğunu meydana koyduğiyçün Dîn-i Muhammedî’ye hizmetlerinin büyüğü sayılır.” (Nâmık Kemâl, Evrâk-ı Perîşân, s. 373, Maârif-i Ûmûmiyye Nezâret-i Celîle’sininRuhsatıyla, Kostantıyniyye, Matbaa-i Ebu’z-zıyâ,  s. 348-3491302, İstanbul)

Ayrıca Açe, Şeybânîler, Fas Sultanlığının, makâm-ı hılâfet’ten yardım istemeleri ve Bâbür Devleti’nin hilâfeti kabûl etmeleri delîl olarak gösterilebilir. Fakat şu ifâde de ilgi çekicidir: “İttihâd ile mükellef ve i’lây-ı kelimeye me’mûr olan bir milletin halîfesine göre…” (Kendisinin, ümmeti birleştirme ve Allâh’ın adını yüceltmekle mükellef olan bir milletin halîfesine göre…)

Kânûnî tahta çıkınca Mekke Emîri’ne yazdığı mektupta “Allâh’ın kendisini hilâfet ve saltanat tahtına çıkardığını” belirtir. (Ferîdun Bey, 1, 500-501)

Ahmed Midhat Efendi, Sultan II. Abdülhamîd’e sunduğu lâyihada “Allâh’ın halîfe’ye insanlığın üstünde bir makam verdiğini, Allâh ve Resûl’üne itâat emredildiği gibi halîfeye de itâatin farz olduğunu, bu emre karşı gelenlerin mürted kabûl edileceğini, hattâ öldürülebileceğini” söylemiştir. (BA, DSUİT, nr.71 1315/ 1515- TDV İslâm Ansiklopedisi Hilâfet Mad. )

Kur’ân-ı kerîmde Allâhü te’âlaya ve onun Resûl’üne itâat şu sûre ve âyetlerde vardır: Nisâ-13-14, 69, 80; Mâide-92; Enfâl- 20, 24; Nûr- 52,54; Ahzâb36- 70; Muhammed-39, Fetih-17; Hucurât-14;Tegâbün 12.

Nitekim Nisâ Sûre-i celîlesi’nde bu gerçek net olarak şöyle geçer: “Ey îmân edenler! Allâh’a itâat edin, Resûl’e ve sizden olan emir sâhiplerine de itâat edin.” Bundan Efendimiz ve ondan sonraki emir sâhipleri kastediliyor. Halîfeler, kâdılar, ve komutanlar da bunun içine girer. (Beydâvî Tefsîri, Ter. Doç. Dr. Abdülvehhâb Öztürk. Kahraman Yay. s. 539)

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.