​Öncesi ve sonrasıyla Ziyâ Gökalp

A -
A +

Osmanlı terbiyesiyle yetişmiş her münevver gibi Ziya Gökalp da başlangıçta dindardı. Onun fikir değiştirmesinin aslî faktörü Abdullah Cevdet’le tanışmasıdır. Gökalp, A. Cevdet’in fikirlerine uyarak Fransız pozitivizmi ile yüzleşmiştir.

Belli bir zamandan beri milletimizi en çok hırpalayan, artı ve eksi değerlerin kutuplaştırılmasından doğan ayrıştırmadır. Bu zıt kutupların ayrışması o hâle gelmiştir ki, bâzen siyâsî kalıplar ve ideolojiler ön plân çıkartılırken -ki bu normal karşılanabilir- bâzen de temel dînî değerler hırpalanmış, insanlar îmânî bir dalâlete sürüklenmiş ve en temiz millî duygular şovenizmle yargılanmıştır. Birtakım siyâsî parti mensupları, parti programlarının tercihlerini, kalkınma, dış îtibâr ve millî bütünlüğümüzü hiçe sayarak, Batıcı, dînî değerleri her zaman aşağılayan, kendi yorumlarından ilhâm alınan bir lâisizmle ve tabulaşmışmış kalıplarla, jakobenizm ve yine kendilerinden kaynaklanan bir jüristokrasi (hâkimler yönetimi ) ile bu milleti yönetmeye kalkışmışlar, her zaman kendilerinin İttihâd ve Terakkî’nın devâmı olduklarını söylemişlerdir.

Bu meyanda kendisi İttihâd ve Terakkî’ye sonradan katılmakla birlikte Osmanlı sonrası dönemi en çok etkileyen fikir adamı Ziyâ Gökalp’tır.

 

ZİYÂ GÖKALP VE FİKİRLERİ

 

Kendisinin oldukça ciddî bir sosyolog ve bilim adamı olduğunu biliyoruz. Ayrışmaya ve yıkılmaya yüz tutturulan Osmanlıda ihmâl edilen Oğuz şânını ve Türk karakterini parlatmaya çalışması da övgüye lâyıktır. Gökalp’in ilk dönemleri münevver bir Müslümân’ın görüşleridir. Ona göre “En iyi din, Allâh’ı en çok sevdiren dindir.” (Ziyâ Gökalp Külliyâtı II, Limni ve Malta Mektupları s. 440)

Burada ifâde yanlışsa da, ne söylemek istediği mâlum olduğu için mâzur olabilir. Yine o aynı eserde “Allâh’a inanan ve onu seven, ona tam bağlanan, ne öfkeli olur ne de bunalıma düşer. Çünkü bunlar îman zaafından ileri gelir” der. (Age. Malta) Gerçekten mükemmel ama bunu söyleyen Gökalp, belli bir dönem sonucu düştüğü bunalımla beynine kurşun sıkmıştır.

Uriel Heyd “Tanrı inancının yerini ulusal inancın aldığını ve ulusçuluğun bir din hâline geldiğini ve giderek Gökalp’ın tanrısının toplum olduğunu” belirterek onu Durkheim’le özdeşleştirmiştir. (Uriel Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, Kültür Bakanlığı. Yay. Terc. Kadir Günay, S. 66-68, 2002. Ankara)

İbtidâî toplumlarda yalnız ümmet hâkimdir; devlet ve millet yapısı onlarda henüz çıkmamıştır. Gelişmiş bir cemiyette ise her üçü de ayrı ayrı mevcuttur. Ümmetten, millet, milletten de devlet doğmuştur.” (Ziyâ Gökalp, Makâleler, Kültür Bak. Yay. VIII, 2011, s.43 Ankara)

Burada Gökalp, mesleği ve inancı gereği, millet kavramını İslâmî literatürün dışında değerlendirmiştir. Kur’ân-ı kerîm’de ümmet, millet karşılığıdır. Al-i İmrân-95; Mümtehine-4; Nahl-123; En’am-161. âyet-i kerîmelerde aynı anlamda kullanılmıştır. “…Fettebiû millete İbrâhîme hanîfâ” (Siz de İbrâhîm’in dînine (milletine) uyun.)

1967 İsrâil-Mısır veyâ Birleşik Arap Cumhûriyeti Savaşında Kâhire Radyosu şöyle bir anons geçiyordu: “Yâ ümmet-i Arab, ile’l-ma’raka” (Ey Arap milleti, haydi savaş meydanına!)

“Din ibâdetler ve îtikatlardan ibâret olduğu için siyâset, iktisat, hukuksan’at, dil ve ilim mes’elelerine karışmamalıdır. Dînin içtimâî hizmetlerinin sâdece ibâdet ve îtikatların dünyevî faydalarından arınması ve bu faydaların da sâdece mânevî menfaatlerde gözetilmesi gerekir.” (Dînî içtimâî Hizmetler, Age. Makâleler. S 3 vd.)

Burada Z. Gökalp’ın İslâmiyeti câmi ve vicdanlara hapsederek muâmelâtı yok sayıp sâdece ibâdet kısmıyla sınırlı tutması, çok yanlıştır. İslâm hukûku Hazret-i Ebûbekir döneminde sistemleştirilerek “fıkh” adını almıştır. Fıkıh da münâkehât, muâmelât, ukûbât ve ibâdât olmak üzere dört ana bölümdür. Bu dört bölümüm sâdece biri ibâdeti ihtivâ eder. Diğerleri hem uhrevî hem de dünyevî nizam te’sîsi içindir.

Yine Uriel Heyd, Ziyâ Gökalp’ın bir sosyolog olarak dönemin sosyal şartları sebebiyle ibâdetlerin ahlâkî, içtimâî muhtevâlarına fazlaca önem verdiğine dayanarak, onun Tanrı’yı ülkünün bir simgesi saydığı bütün dinlerin sâdece hayatın bir simgesi görünümünde değerlendiğinden, üst merhalelere varmasıyla yavaş yavaş bunlardan (ibadetlerden) vazgeçilmesi gerektiğini ileri sürer. (Üriel Heyd Age. Türk Ulus. S. 99-100)

İctimâî Usûl-ı Fıkıh adlı yazısında “Kur’ân’da bildirilen esaslar Allâh’ın kânunlarıdır. Bunun gibi cem’iyetleri de idâre eden kânunlar da Allâh’ın kânunlarıdır. Şu hâlde biz Kur’ân’daki esaslar yerine örfleri yâni sosyal kânunları ikâme edersek dînin dışına çıkmış sayılmayız” ifadelerini kullanır.

Yine Gökalp, “Diyânet ve Kazâ” başlıklı yazısında İslâmî gelenekteki fetvâ ve kazâ ayrımına dayanarak hukuk ile dînin birbirine karıştırılmasının dîne karşı bir ilgisizlik doğurduğunu ileri sürerken başka bir yazısında (Makâleler Age. s.50 ) “Dînin ictimâî hizmetleri ibâdetler ve îtikatlarla sınırlıdır. Teokrasi ve klerikalizm (Kilisenin ve ruhban sınıfının görüşlerinin her sâhada uygulanması) cem’iyetleri geri bırakmış ve millî vicdânın oluşmasına engel olmuştur” der.

Gökalp’a göre her çeşit teokratik kuralların ve şer’iyye ve evkaf mahkemelerinin lağvedilmesi gerekir. O, lâiklik rejimi teklif etmemiş, fakat bu rejimin esaslarını belirlemiştir.1928’de İslâmiyet, devletin resmî dîni olmaktan çıkarılmış, 1937’de de anayasada da din ve devlet resmen ayrılmıştır.

Ziyâ Gökalp dîni, sâdece vicdânî bir unsur ve ahlâkî yaptırımlar olarak görmektedir. Örfler veyâ halkın gelenek hâlindeki yaptırımları, “Mecelle” adlı eserde önemli bir bölümdür. Dîni sâdece ahlâkî müeyyideler (yaptırımlar) manzûmesi olarak yorumlamak, ibâdetleri de yalnız kişilere inhisâr ettirerek muâmelâtı (hayat düzeni yaptırımları, ticâret, hukuk, vs. ) yok saymak Hristiyânî uygulamalardır. Zâten Orta Çağ’da Hristiyanlık yasamayı da yürütmeyi de yargıyı da kontrolü altında tuttuğu ve âdil yargılama yerine Kilise hegemonyası kurduğu için lâik düzene geçildi. Osmanlı ne teokratik düzenin ne de klerikalizmin gölgesindeydi. Pâdişâh sâdece kazâî majisterdi, ama kazâya da yargıya da karışmazdı. Kazâ belli coğrafî bölgelerdeki emniyet, idâre ve hukuk işlerine bakarken merkezden bağımsız çalışır ve kâdılar şer’in verdiği yetkiyi hukûki ve vicdânî kanâatlerine göre kullanırlardı.

 

ÖNCE DİNDARDI

 

Gökalp, Osmanlı terbiyesiyle yetişmiş her münevver gibi başlangıçta dindardı. Onun fikir değiştirmesinin aslî faktörü Abdullah Cevdet’le tanışmasıdır. Gökalp A. Cevdet’in fikirlerine uyarak Fransız pozitivizmi ile yüzleşmiş, bilhassa “Atheisme” adlı kitap aklını iyice bulandırmıştır. Gökalp’ı İTC’ye (İttihad ve Terakki Cemiyeti) de A. Cevdet üye yapmıştır.

Aynı yıllarda Diyarbakır’da belediye tabipliği ve idâdîde tabîiyye hocalığı yapan Yorgaki Efendi de Gökalp’ı çok etkilemiştir. Yorgaki Efendi Ortodoks Rum’du. Ona milliyetçilik fikirlerini aşılayan, Yunan filozoflarını tanıtıp ilkel bir materyalist felsefesi benimseten de Yorgi Efendi’dir. Makineleşme ve materyalist felsefenin etkisinde kalan Göklap’ın yazdığı bir şiirde:

Ben neyim, bir hayat makinası. // Beni tahrîke bir zemberek lâzım// Odur ancak hayâtımı nâzım.”

Bu şiirle Nazım Hikmet’in “Makinalaşmak istiyorum” şiiri karşılaştırılırsa arada çok benzerlik görülecektir. Gökalp sonraki dönemlerinde materyalist ve komünist olmamış, ama pozitivist felsefenin hep etkisi altında kalmıştır.

Bir müddet sonra Yorgaki Efendi, Gökalp ile İstanbul’da buluşmuş, Türk inkılâbı için psikoloji ve sosyoloji yardımıyla milletin rûhuna uygun bir sistem benimsemesi konusunda onu etkilemiştir.

Bu arada Rusya Türklerinden Hüseyinzâde Ali, İttihâdcı İshâk Sukûtî, Dr. İbrâhim Temo ile bu yıllarda tanıştı.

Gökalp ilk yazılarında Ziyâ, Ziyâeddin, Mehmed Ziyâ, Hüseyin Vedât, Tevfîk Sedâd, Mehmed Mehdî, Mehmed Nâil, Demirtaş, Celâl Sâkıb takma adlarını kullanmıştır. İlk defâ 14 Kânunsânî 1327 (1911) “Altın Destan” şiirinde Gökalp imzâsını kullanmıştır. Giderek Ziyâ Gökalp imzâsını tercîh eder olmuştur.

Türkçülük fikri ağırlıkla Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyâset” eseriyle bir anlam kazanmış, 1908’de “Türk Dergisi”, 1911’de “Türk Yurdu” 1912’de kurulan Türk Ocakları ile sistematik hâle gelmiştir. Sonrasında Türkçülük İTC’nin programlarıyla devlet politikası oluşturmuştur.

Gökalp her şeye rağmen yeni yetişen hibrit (melez, değişik kültürlü) aydınlara da yaranamamıştır. Meselâ Hasan Âlî Yücel onun için şu ifâdeleri kullanmıştır: “Kemâlizm cumhûriyetçidir. Gökalp hakancılıktan kurtulamamıştır. Kemâlizm lâikliği kabûl ve te’sîs etmiştir. Ziyâ Bey Hilâfetten el çekememişti. Kemalizm inkılâpçıdır. Ziyâ Bey an’aneci ve te’lifçi idi.” (Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyâtı, Hasan Alî Yücel, s.188, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1938)

Gökalp, pozitivist Durkheim’in ve ateist A. Cevdet’in tam etkisi altında kalmıştır. Dînî duyguları bu hâldeyken Türkçülüğün etkisiyle Türk târihini hâlâ dilleri ve kavimlerinin menşei tam aydınlanmamış olan Sümerlerden, Sakalardan, Medyalılardan, İskitlerden başlatması da pek bilimsel değildir. O zamanların garip bir uygulaması ile Etibank, Sümerbank ile Etiler, Akatlar, İskitler semt adları da dikkate değer. (Kısmen faydalanılan kaynak: TDV İslâm Ans. Ziyâ Gökalp’ın Din Anlayışı 2016)

Ziyâ Gökalp’a göre Türkçülük fikirlerini Türk şâir ve yazarlara benimseten isimlerin başında da -kendi beyânına göre- (Mehmed Emin Yurdakul) Şeyh?! Cemâleddîn Efgânî ve Muhammed Abde (Abduh) gelmektedir. (Ziyâ Gökalp Türkçülüğün Esasları, Varlık Yayınları, s. 9 İstanbul 1968)

Gökalp’ın etnisite (ırkçılık) fikrindeki görüşleri olumludur. Ona göre “Milliyette şecere aranmaz, yalnız terbiyenin ve mefkûrenin (ideal, ülkü) millî olması aranır… Kendisini Türk sayan herkes Türk’tür. (Age. Türkçülüğün Esas. S 21)

Ziyâ Gökalp, “Osmanlı” derken yalnız sarayı kastetmiş ve dîvân şâirlerini saraydan geçinen yaltakçılar şeklinde aşağılamıştır. Bugün de yazar ve şâirler belli bir siyâsî fikrin taraftârı olarak hayatlarını sürdürmüyorlar mı? Nobel ödüllü bütün edebiyat ve bilim insanları düzene ve millî değerlere aykırı fikirleri ile bu ödülü almıyorlar mı?

Dîvân şâirlerinin fahriye (övünme) yazdıklarını Türklerde bu geleneğin olmadığını yazan Gökalp, bunun bir Dîvan geleneği olduğunu bilmez mi? Kaldı ki Göktürk Kitâbelerinde Kültigin ve Bilge Kağan yaptıkları savaşların sâdece tespiti değil, övünme kısmına da yer vermemişler midir? Dîvân şiirini bir sefâhat edebiyâtı olarak alan Gökalp, bunun Arapların geleneksel şiiri formatı olduğunu bilmez mi? Yalnız saz şâirlerinin türkü ve şiirlerini millî sayıp, klasik Türk dîvân edebiyâtını ve klasik Türk mûsikîsini gayr-i millî saymak, Divân Edebiyâtı’na harâbât (meyhâne) şiiri demek mantıklı mıdır? Kaldı ki Osmanlı Türk şâirleri dîvân şiirinde Câhiliyye dönemi Arap edebiyâtının kalıplarını mecâz, teşbih ve istiârelerle (bir takım benzetme ve te’villerle) tamâmen değiştirmiş, meyhâneyi tekkeye, şarâbı aşka, platonik aşkı aşk-ı ilâhîye, güzel kavramını ise cemâlullâha çevirmiştir. İşte açık bir örnek:

Sanman bizi kim şîre-i engûr ile mestiz /// Biz ehl-i harâbattanız mest-i elestiz.”

Bağdadlı Rûhî (16 asır dîvan şâiri) şöyle diyor: “Siz bizi üzüm suyu (içki, şarap) ile mi sarhoş zannediyorsunuz. Bizi harâbat (meyhâne) ehli zannedebilirsiniz amma biz Elest Bezmi’nin sarhoşlarıyız.”

Ziyâ Gökalp Türkçülük fikriyle İslâmiyetin başlangıcından beri okunan ezânı ve Kur’ân-ı kerîmi de Türkçeleştirmek istemesi sistem olarak 1932’den sonra uygulanmaya başlamış ve maalesef 1950’ye kadar Müslümanları hüzne boğmuştur. Gökalp’ın 1918’de yazmış olduğu şiirin bir parçası şöyledir.

“Bir ülke ki câmiinde Türkçe ezan okunur /// Köylü anlar mânâsını namazdaki duânın /// Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’ân okunur /// Büyük küçük herkes bilir buyruğunu Hudâ’nın.”

Ziyâ Gökalp’ın ilham kaynağı olan A. Cevdet’in cenâzesi Ayasofya Camîi’ne getirildi. Hiç kimse cenâze namazını kılmadı. Belediyenin Rum Kilisesi’ne tahsîs edilen cenâze arabasıyla nakledildi.

Gökalp’ın kendi yazılarında ateist olduğunu dile getiren bir belirti yoktur. Üstâdı A. Cevdet’in başından beri savunduğu Lâtin alfabesine Gökalp karşı çıkmıştır. Bâzı kaynaklardan gelen şu iki hâdise ise düşündürücüdür:

 

“BAŞINI DUVARLARA ÇARPIYORDU”

 

N. Fâzıl, Abdülhak Hâmid’in evinde tanıştığı bir hanımefendiden şunları nakletmiştir: “İstanbul’a geldiğimde bir Fransız hastânesine yattım. Bitişiğimdeki odadan gerip sesler geliyordu. Bu sesleri çıkaran hastanın kim olduğunu sordum. Meşhur Ziyâ Gökalp dediler. Meb’usmuş, profesörmüş. Adını yeni duyuyordum. Öldüğü gece başını duvarlara çarparak sabaha kadar Allâh’a galiz küfürlerle sövdü (hafazanallâh). O kadar fenâ oldum ki odamdan çıkarak başka bir odaya sığındım.” (Necip Fâzıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, Büyük Doğu Yay. S. 74-75)

“Her yer mermer döşeli ve bembeyazdı. Başucunda bir haç ve haçın ucunda bir Meryem Ana kandili… Cenâzenin yanından ayrılırken yanan mumun söndürmekten kendimi alamadım. İstavrozun üstünü de çelenkle kapattım. Bir Hristiyan geleneğine tâbî tutulan Müslüman cenâzesine karşı bunların yerine getirilmesi bir vazîfeydi.” (Enver Behnan Şapolyo, Ziyâ Gökalp, İttihat ve Terakki ve Meşrutiyet Tarihi, s. 231, Güven basımevi, İstanbul, 1943)

Vefâtından sonra ona yapılan törenden tabîî ki kendisi mes’ûl değildir de ona bu cenâze uygulamasını revâ görenler hangi gerekçeyi ileri sürebilirler? Etrâfında hiç mi Müslüman bir kimse yoktu?

Aydınlar mı İTC ve Meşrûtiyet’i bu hâle getirdi; yoksa İTC ve Meşrûtiyet mi aydınları bu hâle getirdi? Yumurta tavuk mes’elesi gibi…

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.