Türklerin yeniden doğuşu

A -
A +

Türkler Müslümân olduktan sonra, mütevâzı bir şekilde, hâkim değil hâdim olarak bu dîne hizmet ettiler. Şandan çok şeref peşinde koştular. Çünkü “İslâm’dan başka şeref yoktur” diyen Efendimiz’e yürekten bağlandılar. Ehl-i sünnet i’tikâdının yılmaz bekçileri oldular.

Türkler, büyük dinlerden Budizm’i, Manihaizm’i, Mûsevîlik ve Hristiyanlığı kabûl etmiş, temel kültür olarak Şamanizm’i hiç terk etmemiş, nihâyet Müslümanlığı kabûl ederek fıtratlarına en uygun dîni seçmiş bir daha da başka bir din aramamışlardır.

Türkler tarihte en çok din değiştiren kavimlerden biridir.

 

Türklerin İslâmiyet’i kabulü, dünyâdaki bütün dengeleri değiştiren en mühim hâdisedir. Dünyâ Rönesans ve Reforma kilitlenmiştir ancak ondan 5 asır evvel Türklerin İslâm’a girmesi yeni bir şevk, heyecan ve fetih rûhu getirmiştir. Esâs yeniden doğuş İslâmiyettir. İslâmiyet, bütün Peygamberân-ı izâm efendilerimizin dininin tamamlanarak kemal bulmasıdır. İslâmiyetle insan yeniden doğmuş, Sahâbe-i kirâm hazerâtı ile fetih ruhu kazanmış, diğer İslam toplulukları ile cihâdın zirvelerini zorlamaya çalışmış, Türklerin kurduğu Selçuklu ve Osmanlı ile Hristiyanlık ve bilhassa Bizans’a diz çöktürmüş, dünyâ Osmanlı-Türk Devleti’nin sancağının âdâletine teslim olmuş ve İslâmiyet, Türkler sâyesinde yalnız kıt’aların değil engin denizlerin de tek sâhibi olmuştur. İslâmiyetin şiârı ve medeniyet anlayışı, Rabbimizin yarattığı en mükerrem varlık olan insanı huzûra ve refâha kavuşturmaktır. Bu uygulamada din farkı gözetmeyen ecdâdımız,  yüce dînimizin gereği olarak hassaten gayr-i müslimlerin hukûk-ı ibâdına (kul hakkı) daha da fazla önem vermiştir. Dînimizin medeniyet formülü şuydu: Terfîh-i ibâd ve ta’mîr-i bilâd. Yâni insanları refâha kavuşturmak ve yerleşim birimlerini bayındır hâle getirmektir Bu yüzden Osmanlı sâde kılıç zoruyla değil; adâleti, hoşgörüsü ve temizliği ile gayr-i müslim ülkelere de örnek olmuş ve fetihlerini kolaylaştırmıştır. Bir su medeniyeti olan Osmanlı, Avrupa’ya temizliği de öğretmeye çalışmış fakat bunda çok direnen Avrupa, kendi ruhları gibi bedenlerinin de temizlenmemesi için, pisliğe ve buna bağlı hastalıklara sanki vaftizin getirdiği ilk su-kutsallığı ile direnmiştir.

 

HEYKEL VE RESİM

 

Avrupa’nın çok değer verdiği heykel ve resim san’atı da, klasik resim tekniği anlayışını kilise ve mezar süslemeciliği ve bu cümleden olarak kutsal yerlerinde boy gösteren sözde Hazret-i Îsâ ve Hazret-i Meryem figürlerine borçludur. Rönesans ve Reform Hristiyanlık âlemini genişletmemiş, Hristiyanlığı güncellemiş, lâikliğin önünü açmış, kiliseyi insanlığa ve hukûka dâvet etmiştir. Batı yine de ne hukûku ne de insanlığı benimseyebilmiştir.

İtalya’da 15. ve 16. asırlarda başlayan Rönesans ve ona bağlı reform hareketleri, Hristiyan dünyâsının yıkılan temelleri üzerinde binâ edilmeye çalışılan göz alıcı yeni yapısıyla, aslından biraz daha koparılarak bu din sâliklerini âdetâ parçalayan ve yeni doğan mezhepleri bir din gibi kabul edilen geniş kapsamlı bir san’at, edebiyat, mi’mârî ve keşiflere dayalı coğrâfi hareketler bütünlüğünün yeni şeklidir. Mikelanj’ın Sistin şapelinin mihrap üstü tavanında Hazret-i Âdem’in yaratılışını tasvîr ederken, Tanrı’yı beyaz pelerinli yaşlı bir kimse olarak şekillendirmiş ve çıplak figürlü sözde Âdem aleyhiselâmı da parmağı ile Tanrıya dokunan bir insan olarak resmetmiştir. Onlar bir tanrı figürü yapabilirler. Çünkü tanrılar ilâhlardan bir ilâhtır. Ama Allâhü teâla tanrıların ve ilâhların hepsinden başkadır ve onlarla ne maddeten ne mânen kıyaslanmayacak olan tek vâcibü’l-vücûddur. Şekil ve mekânlar boyutunun tamâmen dışındadır. Avrupa bu şekilcilikten dolayı ikono filo- (put sever, put perest) oldu ve hâşâ Allâh’ı hep göklerde düşündüğü için bulutların arasındaki Tanrı figürüyle ona “göklerdeki babamız” dedi.

Şimdi İslâm toplulukları, bu Avrupâî değişimlerin nesinden ders alıp ona hayran olacaktı.  İlmi Endülüs’ten çaldılar, geriye kalan bir milyon eseri yaktılar. İslâmiyet, Hristiyanlıkta olduğu gibi bir din kuruluşunun yetkisi ve diktasında değil, doğrudan âyet ve hadislere dayalı olan ictihâdların temsilcileri müctehid imâmların yürütücüleri olan müftî veyâ kâdıların şer’a dayalı hükümlerindeydi. İnsan hayâtı ve mülkiyet dokunulmaz ve kutsaldı. Temizlik dînimizin en önemli umdesi idi. İnsan yardımlaşmaları zekâtla emredilmiş, fıtra ile vücûbîleştirilmiş,  infâk, sadaka ve îsâr ile sünnet cihetiyle özendirilmişti. Açların doyurulması en önemli yardımlaşma ve kefâretlerde bile şıklardan biri olarak emredilmiş, barış tercih edilmiş, savaş son çâre olarak gündeme gelmiştir.

Bunların hangisini, evet hangisini barbar Batı’nın Rönesans’ından öğrenecektik.

Açların giydirilmesi ve karınlarının doyurulmaları İslâm öncesi Türklerde de çok önemliydi: “Fakir milleti besleyeyim diye Kuzeyde Oğuz kavmine doğru… seferler yaptım. Çıplak milleti elbiseli kıldım. Fakir milleti zengin kıldım.” (Muharrem Ergin, Orhun Âbideleri B- D.23 Aktarım, s.39 Boğaziçi Yay. İstanbul. 8. Baskı İstanbul)

Ayrıca Dede Korkut Destânî Hikâyelerinde de bu konuya çok önem verilmiştir.

“Oğul atadan görmeyince sufra çekmez” (Dede Korkut Kitâbı, Doç. Dr. Muharrem ergin, Ankara Üniv. Basımevi, s.V, Ankara 1964)

“Tur etmek getür, bu da yisün, pişmiş etmegün bakası olmaz” (hanımına şöyle der):

Kalk ekmek getir bu da (misâfir de) yesin Pişmiş yemek yarına  kalacak diye düşünülmez.) (Age. Dede Korkut s.3)

Çocuğu olmuyor diye hanımına kızıp kötü sözler söyleyen Dirse Han’a hatunu şöyle hitâp eder: “Hay Dirse Han, bana katı kazap itme (kızma)  incinüp acı sözler söyleme, yirinden örü turgıl (kalk) ala çadırun yir yüzine diktirgil, attan aygır, deveden buğra, koyundan koç öldürgil… Aç görsen toyurgıl (doyur) yalınçak (giyimsiz, çıplak) görsen tonatgıl (giydir). Borçluyu borcundan kurtargıl. Ulu toy eyle. Hâcet dile (duâ et, Allah’tan iste) ola kim bir ağzı duâlının alkışıyla (bereketiyle, duâsının kabûlüyle) Tanrı bize bir batman (7.375 gr.) ayal (çocuk) vire.”  (Age. Dede Korkut s. 5)

Dînimiz fakirlere yardımı ibâdetlerin en büyük destekçisi olarak görmüştür. Nitekim Kur’ân-ı kerim’in Müddessir sûresi 43 ve 44. âyetlerinde meâlen şöyle buyurulur: “Sizi cehenneme sokan nedir, diye sorulduğunda ‘Biz namaz kılanlardan değildik; yoksulu yedirmezdik’, diyeceklerdir.”

Dede Korkut Destânî hikâyelerinin geçtiği zaman 5. veyâ 6. asırlar olabilir. Yâni Türklerin İslâmiyet’i henüz kabûl etmemelerine rağmen Efendimiz’e bir elçi gönderip, onun vâsıtasıyla İslâmiyet’i yeni yeni öğrendiği yıllara rastlayabilir. Gerçi buradaki hâli Azerbaycan Türkçesiyle 16. yy.da yazıya geçirilmiş hâlidir.

 

TÜRKLERİN İLK SAHÂBESİ KİMDİR?

 

Dede Korkut’un Hazret-i Peygamber’e yakın bir zamânında yaşadığı anlaşılıyor. “Oğuz pâdişâhı Kara Han’ın Korkut Ata’yı Hazret-i Peygamber’e elçi olarak gönderdiği ve Korkut Ata’nın Oğuz kavmini uyarıp aydınlattığı” bâzı kaynaklarda ileri sürülmektedir. (TA Age mad. C.20, s.224, Orhan Şâik Gökyay, age,c, CXXVICKXVII.)

Dede Korkut’un adının Korkgutguçı (korkutucu, nezîr) kelimesinden geldiği de rivâyetler arsındadır. Bir diğer önemli kaynakta da şöyle bir noktaya temâs edilmektedir: “Emen Bey’in lâkaabı ‘bıyığı kanlu’dur (öfkeli, cesûr) fakat Bügdüz Emen için şeref verici husûs, onun Hazret-i Peygamber’i ziyâret ettiğinin söylenmesidir. Bununla ilgili olarak Bügdüz Emen övülürken ‘Varuban Peygamber’in yüzini gören, gelüben Oğuz’da Sahâbe’si olarak’ denilmektedir.” (Fâruk Sümer, Bügdüz, Oğuz Beylerinden Biri, TDV. İslâm Ansiklopedisi)

Şurası gözden kaçırılmamalı Sahâbe-i kirâm (rıdvânullâh-i teâlâ anhüm) hazerâtının Türkistan, Hind, Çin, Afrika vb. yerlere mübelliğler gönderdiği ve bunların o bölgelerin Müslüman olmalarını sağladıkları da bir gerçektir.

Kur’ân-ı kerîmde birçok yerde de mallardan, yiyecek ve giyeceklerden infak ve sadaka olarak ihtiyaç sâhiplerine verilmesi de emredilmiştir: “Onlar gayba îmân ederler, namazlarını kılarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infâk ederler.” (başkalarına veririler.) (Bakara, 3)

“O takvâ sâhipleri ferahlıkta, darlıkta mallarını yoksullara harcayanlar, öfkelerini yenenler ve insanları affedenlerdir. Allah iyilik edenleri sever.” (Âl-i İmrân-134)

Burada dikkat çeken husus mal vermek, sâdece varlıklıların veyâ varlık zamanlarının değil, yoksulların bile eldekilerini mümkünse fakirlerle paylaşması, herkesin yapması gereken bir şey olarak anlatılmıştır.

Türklerin ilk İslâmî büyük eseri Kutadgu Bilig’de de bu konuda ibret alınacak sözler vardır. Beye nasîhat edilirken: “Onlara mal ile iyilik et, yedir içir.”, “Fakir dul ve yetimleri kolla; bunları korumak, kânunu gerçekten tatbîk etmek demektir.”, “Onlardan karşılık olarak mal bekleme, buna mukâbil Allâh sana cenneti nasip eder. “Ey açgözlü ve tamahkâr insan, henüz ölüm yakalamadan neyin varsa hepsini ver.” (Kutadgu Bilig Çevirisi, Reşid Rahmetî Arat, 2. Baskı TTK, 1974, Ankara)

Türkler en çok din değiştiren kavimlerden biridir. Orta Asya’nın geniş bozkırlarında her zaman tabîatla baş başa kalan bu kavim, dinsiz kalmamış, bâtıl olan dinlerine de sâhip çıkmıştır. Bâzen kağanlarını bir dîni kabûl etmeleriyle topluca o dîne girmişler, bâzen değişik topluluklarda parça parça bir dîni yaşamışlar, kağanları milletine bir dîni kabûl ettirmekle birlikte, kendi halkına bir din telâkkîsinde aslâ baskı yapmamış, düşünerek benimsemelerini tavsiye etmiştir.

Türkler, büyük dinlerden Budizm’i, Manihaizm’i, Mûsevîlik ve Hristiyanlığı kabûl etmiş, temel kültür olarak Şamanizm’i hiç terk etmemiş, nihâyet Müslümanlığı kabûl ederek fıtratlarına (yaratılışlarına) en uygun dîni seçmiş bir daha da başka bir din aramamışlardır. Âl-i İmrân sûresi 19. âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur: “Allâh indinde (katında, nezdinde) İslâmiyet’ten başka din yoktur.” Zîrâ yine Âl-i İmrân sûresi 85. ilâ 101. âyetlerin meâlinde: “Kim İslâm’dan başka din ararsa bilsin ki kendisinden (böyle bir din) aslâ kabûl edilmeyecek ve o, âhirette ziyân edenlerden olacaktır.”

Türkler başta bu âyetleri hiç görmediler, Kur’ân-ı kerimi bile tam tanıyamadılar. Eski dinlerine böyle bağlı olan bir kavim niçin, nasıl Müslümân oldu? Bu doğrudan doğruya Allâhü teâlanın büyük bir lûtfudur. Çünkü Rabbimiz Kur’ân-ı kerîmin Fâtır sûresi 8. âyet-i kerîmesinde şöyle buyurur: “Şüphesiz Allâh dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir” (Envâru’t-Tenzîlve Esrârü’t-Te’vîl, Beydâvî .Tefsîri, Ter. Doç. Dr. Abdülvehhâb Öztürk, Kahraman Yay. 4.c s. 341 İstanbul, 2013)

Ama Rabbimiz. İnsan Sûresi 3. âyet-i kerîmesinde şöyle de buyurmuştur: “Gerçekten biz ona yolu gösterdik… Bâzıları doğru yolu bulmak ve onu tutmak için şükredendir; bâzıları da ondan yüz çevirmekle inkâr edendir.” (Beydâvî tef. Age. 5. Cilt s. 401.)

Türkler Müslümân olduktan sonra, mütevâzı bir şekilde, hâkim değil hâdim olarak bu dîne hizmet ettiler. Şandan çok şeref peşinde koştular. Çünkü “İslâm’dan başka şeref yoktur” diyen Efendimiz’e yürekten bağlandılar. Ona “Adı güzel kendi güzel Muhammed” dediler. En mühimi de Ehl-i sünnet i’tikâdının yılmaz bekçileri oldular.

Ayrıca Kur’ân-ı kerîmde iki âyet-i kerîmede tefsirlerde verilen anlamlar şöyledir: “Mâide  sûresi 54. âyette “Ey mü’minler içinizden her kim dîninden dönerse Allâh öyle bir millet getirecektir ki, o, onları sever, onlar da onu (Allâh’ı) severler. Onlar mü’minlere karşı mütevâzı, kâfirlere karşı heybetlidirler. Hak yolunda gazâ ederler ve dil uzatanların dillerinden yılmazlar. İşte bu Allâh’ın öyle bir inâyetidir ki kime isterse ona verir.” Ve yine Tevbe sûresi 39. âyette Rabb’imiz şöyle buyurmuştur: “Çağrıldığınız şeye katılmazsanız size acıklı bir azâb eder, meselâ kıtlık ve düşman istîlâsı gibi… ve yerinize sizden başka bir topluluk getirir…”

‘Kâdî Beydâvî Tefsîri’nde bu uyarıcı kavimlerin Yemen ve Îrân halkı olduğu bildirilmiştir.

“Tefsîrlerde mufassalan (detaylı olarak) bildirildiği üzere on bir fırka bilâhare İslâmiyet’ten irtidâd etmiştir (dinden çıkmıştır). Bu fırkalardan üçü Resûl-i Ekrem zamânında irtidâd etmişlerdir ki, bunlar Yemen’de bulunan Benî Müdlic kabîlesiyle Müseylemetü’l-kezzâb’ın kavmi olan Benî Henife ve Benî Esed kabîlesidir. Yedi kavim Hazret-i Ebûbekr’in zamân-ı hilâfetinde irtidâd etmişlerdir ki bunlar da Fezâre, Gatfan, Benî Selîm, Benî Yerbu, Kende ve Benî Bekr’dir. Bir fırka da Hazret-i Ömer zamân-ı hilâfetinde irtidâd etmiştir ki, o da Gassân denilen kavimdir. Kur’ân-ı kerîmde buyurulduğu gibi bunlar Müslüman iken dinden çıkmışlardır. Bu mürted kavimlerin hepsi de Müslümanlar tarafından mağlup edilmişlerdir.

“Asr-ı saâdet’ten îtibâren bir nice muazzam kabîleleler şeref-i İslâm’a nâil olmuş, bu dîni Şark ve Garba neşre çalışıp durmuşlardır. Ensâr-ı kirâm denilen Medîne-i münevvere ile etrâfındaki muhterem ahâlî, Yemen kabîleleri, Ehl-i Fâris ve Kadsiye muhârebesine iştirâk eden binlerce zevât, bilhâssa Türk millet-i necîbesi İslâmiyet’i kabûl etmiş, bu uğurda asırlardan beri mücâhede meydanlarına atılmış, İslâmiyet’in Şark ve Garba intişârına büyük hizmetlerde bulunmuşlardır… Bizler ecdâdımızın dîn-i İslâm husûsundaki bu ulvî hizmetleriyle dâimâ iftihâr eder, onların o güzîde yollarını tâkîbe muvaffak olmamızı Hak teâlâ hazretlerinden niyaz ederiz. Ve minhuttevfîk.” (Ömer Nasûhî Bilmen, Kur’ân-ı Kerîmin Türkçe Meâl-i Âlîsi ve Tefsîri, Bilmen Basım ve Yayınevi, c.2, s. 785-786 İstanbul, 1996)

Değişen dünyâ konjonktürüne (ekonomik, sosyal vb. konularda istatistik bilgilerle ilgili tahmin ve durum belirleme) göre azîz Türk milleti bu dîn-i mübîn-i İslâm’ın yücelmesi, mazlumların zulümden kurtarılması, hakk ve adâletin sâde İslâm dünyâsında değil, bütün âlemde tahakkuku için, Türk dünyâsının hem ırkî hem de İslâmî konulardaki bütünlüğünü sağlamaya devâm edecek,  Sultan Alpaslan’ın belirttiği gibi bid’atsiz, saf ehl-i sünnet inancının korunması husûsunda iç ve dış mihrakların bütün engellemelerine rağmen asırlardır süren bu kutsal mîrâsın tahakkukuna çalışacaktır. Nasrun minallâh. (Rabb’izin yardımıyla…)

Sahâbe-i kirâm hazerâtı ile hiçbir topluluk aslâ kıyaslanamaz. O mübârek zatlardan sonra İslâmiyet’in kılıcı ve dünyâya nizam veren millet, muhakkak ki Türklerdir…

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.