Felsefenin İslam dünyasındaki tesirleri

A -
A +

İmâm Gazâlî ömrünü verdiği eserleri ile felsefenin İslâm’a olan müdâhalesini büyük araştırma eserleri olan “Tehâfütü’l-felâsife” ve “El-Munkızu mine’d-dalâl” adlı kitaplarıyla önlemiştir. Müslümânların ayaklarının sürçmesine mâni olmuştur.

Filozoflar varlığın idrâkinde akıl yürütmeyi temel aldıkları için her şeyi de akılla çözebileceklerine inanırlar.

Kur’ân-ı kerîmde düşünmeyi teşvik eden 700’den fazla âyet vardır.

 

 

Batı denildiği zaman akla ilk gelen kavram Avrupa’dır. Bu kıt’anın dışındaki coğrafyalar son zamanlarda büyük gelişmeler göstermişse de, bu eski coğrafyanın gölgesinden kurtulamamıştır. Bunun en büyük sebebi İlk Çağ’dan başlayıp, kilisenin bütün baskılarına rağmen sınır tanımayan düşüncenin zaferidir.

Bu zaferin mimarları ilk çağlarda dünyânın büyük bir kısmı uyurken Avrupa ve kısmî Anadolu coğrafyasından yetişen düşünürlerdir. Pozitif bilimler yâni matematik altyapılı astronomi, kimyâ, fizik, tıp gibi ilimlerin anahtarı olan bilimsel şüphe ve tecessüs bu disiplinleri tetikleyen kuvvetti.

Düşünce sistematik olarak kâinatın sırlarıyla başlar. İlk insan ve ilk peygamber olan Hazret-i Âdem’e bu konuda mutlakâ gereken her bilgi verilmiştir. Ama biz bunların ne olduklarını bilmememize rağmen inanıyoruz ki, her peygamber insanüstü bilimlerle donatılıp rehber olarak görevlendirilmiştir.

Özne kâinat olunca; dünyâ, güneş, gezegenler, ısı olayları yer çekimi, hep bir düşüncenin sonunda elde edilen bilgilerdir. Kâinâtın ve tabîî ki dünyanın sâkinleri, insan, bitki ve diğer canlılarla kozmik oluşumlar çözülmeyi bekleyen bilmecelerdi.

Orijinal kaynak şüphesiz en kadîm olanıdır. Bunun da Hazret-i Âdem’le başladığına inanıyoruz. Teknik gelişimin olmadığı o dönemlerde bilimsel paylaşımın çok dar olduğu düşünülürse, bilgi teâtîsi (paylaşım, alışveriş, haberleşme) de çok sınırlıdır.

Eserler yazılmaya ve çoğalmaya başlayınca seçicilik de tabîî olarak arttı, kaynaklar giderek bollaştı. Bu sefer düşüncenin yönü en doğruyu bulmaya yöneldi. İlk çağların bilgileri ya tartışılmayan postülalar veyâ tartışmaya açık teoriler hâline geldi.

Peygamber vahiyleri ilâhî kaynaklı olduğu için tartışmalara kapalıdır; çünkü mahlûk olan insan aklı vahyin karşısında mahkûmdur.

İnsan iki boyutuyla incelenirken, kâinat sırlarının araştırmalarıyla paralel gidiyordu. İnsan, kâinâtın bir parçası olan maddî boyutuyla ve psişik yönüyle en büyük inceleme konusuydu. Kâinat düzenli ve hesaplı büyük kudretin tedvîriyle sapmadan ve şaşmadan hareketlerini devâm ettirir. Bunun formülü de en açık şekilde Rahmân Sûresi’nde bildirilmiştir: “İnsanı yarattı -Ona düşünüp ifâde etmeyi öğretti.- Güneş ve ay bir hesâba göre hareket etmektedir. Göğü yükseltti, ölçüyü koydu.” (Rahmân, 3,4,5,7)

Beyân -insan için- düşünüp ifâde etmektir. Yâni düşünme esas alınır ve sonra bedîî, beyân gibi konuşma unsurları teşekkül eder. Kâinâtın belli bir hesapla ve büyük bir düzenle yükseltilen gök kubbeyle berâber hareketi, muazzam bir ilâhî beyânla bizlere aktarılmış.

Düşünce denen şey bizi kelime ve semboller eşliğinde aydınlatır. Düşünce her şeyin anahtarıdır. Bâzı filozoflar insânı hâşâ düşünen bir hayvan veyâ konuşan bir hayvan olarak târif etmişlerdir. İşte onlardan bâzıları:

Konfiçyüs: “İnsan öğrenen bir hayvandır”.

Thales: “İnsan araştıran bir hayvandır”.

Sofistler: “İnsan kazanan bir hayvandır.

Platon: “İnsan toplumsal bir hayvandır.”

Aristo: “İnsan düşünen bir hayvandır.”

Septikler: “İnsan şüpheci hayvandır.”

Stoikler: “İnsan her şeye alışan hayvandır.”

Heraklitos: “İnsan tartışan hayvandır.”

John Locke: “İnsan deneyen hayvandır.”

J. Dewey: “İnsan çıkarını düşünen hayvandır.”

I. Kant: “İnsan eleştiren ve mücâdele eden bir hayvandır.”

Descartes: “İnsan konuşan bir hayvandır.”

Hegel: “İnsan sistematik bir hayvandır.”

Albert Camus: “İnsan i’tirâz eden hayvandır.”

Popper: “İnsan yalanlayan bir hayvandır.”

Khun: “İnsan teori kuran bir hayvandır.”

Erich Fromm: “İnsan seven bir hayvandır.”

Bergson: “İnsan araç yapan bir hayvandır.”

Niechtze: “İnsan düpedüz bir hayvandır.”

Şunu bir gerçek olarak her zaman belirtiyoruz. Filozoflar düşünen ve düşündüğünü söyleyen, en önemlisi de teorilerinin vazgeçilmez gerçekler olduğuna inanan insanlardır. Şu yukarıdaki sözleri insana uygulayalım. Çoğunun doğru olduğu tezine kanaat getirebilirsiniz. O hâlde filozoflara düşüncelerinden değil de, iddiâ boyutundaki tezlerine karşı çıkılmasının elbette geçerli sebepleri vardır.

Yukarıdaki sözlerde veyâ tezlerde sınıflama boyutundaki büyük ifâdelerin İslâmiyet’e göre kavramların karıştırılması bakımından yanlışlık vardır. Türlerin sınıflaması ciddî bir biyolojik veri ise insan ve hayvan bu sınıflamada aynı konumda mıdırlar? Meselâ insani sırf canlı olması bakımından değil de bâzı seçkin özelliklerinden dolayı hayvandan ayırırsak veya bâzı özelliklerinden dolayı bitkilerle benzeştirirsek canlı türü iki sınıfta incelenmeli midir? 1- Hayvanlar (canlılar yâni, insan, bitki ve hayvan ) ve 2- cansız varlıklar. Taş toprak vb.

İnsanı yaratan Rabb’imiz onu en iyi tanıyan olduğu için bu varlığı esâsen iki ana grupta konumlandırmıştır. “Biz insani en güzel (en seçkin, en mükemmel) surette yarattık ve sonra da onu aşağıların aşağısına indirdik.” (Tîn Sûresi- 4-5)

İnsan Rabb’inin istediği gibi insan suretiyle veyâ daha aşağı bir boyutta “Hayvandan da aşağı ve alçak bir varlık ” (A’raf Sûresi -179) şekliyle sınıflandırılır. İnsan mükerremdir, eşref-i mahlûkâttır. Meleklere kendisine secde edilmesi emredilmiş, Allâhü te’âlanın halîfesi olarak yaratılmıştır. Sonra da yine Rabb’imiz aynı insanı zâlim, câhil, kâfir, müfsid, münkir, hîleci, tuzak kuran, putlara tapan ve daha nice kötü sıfatlarla farklı bir kategoride belirtmiştir. İşte filozoflar burada yanılmışlardır. İnsan, bâzen onların belirttiği gibi bir hayvan, hattâ hayvandan da aşağı bir mahluk olabiliyor. Ama gerçek insan, içinden peygamber çıkaran ve kâinatın göz bebeği olarak yaratılmıştır. Bu canlılığın rûhu itibârı ile de hayvanla hiçbir münâsebeti yoktur. İnsan doğuştan gelen zaaflarıyla birlikte ve nefsiyle imtihan edilmek için en üstün varlık olarak yaratılmıştır.

 

DÜŞÜNME VE İNSAN

 

İnsan, tefekkür ve taakkul (düşünme ve akletme) ile diğer canlılardan ayrılır. Bilginin kaynağı değil, mahsûlü tefekkür ve taakkuldür. Bu iki unsur bilgiye erişmemizi sağlar. “Peygamberlere gelen vahiylere inanmamak ciddî bir bilgi eksikliğindendir.” (Hûd, 27, Mü’minûn 24-25, A’raf 60 (Yrd. Doç. Dr. Mehmet Şanver, UÜ, İlâhiyat Fak. İlköğretim Din Kültürü Ahlâk bil. Öğr. Böl. Dînî Terbiye ve Eğitim Açısından İnsan Psikolojisi ve Özellikleri C. 10, S.1, ss137-164, 2001)

Tecessüs sosyal bir vâkıa olarak alınırsa İslâm’a göre yasaktır. (Yûsuf-87) Hucûrât Sûresinde de tecessüs gıybet ve sû-i zan bir kategoride olup menedilmiştir. (Hucûrât-12)

Tecessüs Arapça “cess” kökünden olup “araştırma, dikkatle bakma” mânâsında bir fiildirBurada çok net anlaşılacağı üzere bilimsel şüphe ve tecessüs ayrı bir madde başlığıdır. Hazret-i Mevlânâ “Düşünmezsen neye yararsın?” diyor. Felsefenin önemli sîmâsı René Descartes “Ego cogito ergo sum sive egzito” demiş. Yani “düşünüyorum o hâlde varım.” O, bu sözüyle önemli bir gerçeğe dikkat çekmiştir.

Kur’ân-ı kerîmde düşünmeyi teşvik eden 700’den fazla âyet vardır. Meselâ “Göklerin ve yerlerin yaratılışında gece ile gündüzün farklı oluşunda akl-ı selîm sâhiplari için elbette ibretler vardır… Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler.” (Âl-i İmran-191)

10. yy İslâm coğrafyasındaki Platonculuk ve hâsseten Aristo felsefesi, bunların Arap diline tercümeleri ile tanınmıştır. İslâm ülkelerinde felsefe ve Osmanlıda batılılaşma asliyet i’tibâriyle tercüme eserlerin varlığıyla başlamıştır denilebilir.

Bu dönemde aklın galibiyeti gibi gösterilen “sudur nazariyesi” Kindî’den Fârâbî’ye ve İbn Sînâ’ya uzanan bir yol olup aklı her şey olarak kabul eden bir sistemdir.

Filozoflar varlığın idrâkinde akıl yürütmeyi temel aldıkları için her şeyi de akılla çözebileceklerine inanırlar.

İbn Sînâ ve Fârâbî temel fen bilimlerinde bilhassa tıpta ileri boyutlarda takdîr edilmesi gereken ilk çağların çok önemli bilim adamlarıdır. Bunların bu sâhadaki gösterdikleri cehd ü gayreti her Müslüman takdîr ile karşılar. Karşı çıkılan bu şahısların, bu ulu bilginlerin şahıslarına değil, bilginlikle bilgeliği birleştirip Yunan filozoflarının, hâsseten onları çok etkileyen Aristo ve Platon’un özellikle madde, heyûlâ, ilk akıl, nefs, kıyâmette ruh ve beden berâberliği ve âlemin kıdemi hakkındaki İslâm âlimlerine ters düşen fikirleridir. İslâmiyet her zaman belirtildiği gibi bir antitez değildir. Fakat Müslümanların şüpheden kurtulmaları için çok sıkıntılı bir yüksek İslâm ilmi olan kelâmla İslâm âlimlerinin bu karmaşaya müdâhale etmeleri bir mecbûriyet hâline gelmiştir.

 

İMÂM GAZÂLÎ’NİN ROLÜ

 

Bu sâhanın dâhi allâme-bî-müdânîsi (eşi bulunmaz dâhi ve âlim) olan İmâm Gazâlî hazretleri ömrünü verdiği eserleri ile felsefenin İslâm’a olan müdâhalesini büyük araştırma eserleri olan “Tehâfütü’l-felâsife” (Felsefenin Tutarsızlığı) ve “El-Munkızu mine’d-dalâl” (Yanlışa Sapmaktan Kurtaran) adlı kitaplarıyla önlemiştir. Müslümânların ayaklarının sürçmesine mâni olmuştur.

Değişik felsefî ekol mensupları değişik yollardan da olsa gerçeğe akıl ve düşünce ile varılabileceğini savunurlar. Kimi bilimsel şüpheyi, kimi de tecrübeyi öne çıkarsa da felsefe demek akıl demektir.

İmâm Gazâlî hazretleri aklı aslâ inkâr etmez. İslamiyet, aklı mükellef ef’âlin temeli sayar ve zâten aklı olmayana dînî müeyyide yüklemez. Hazret-i İmâm sâdece vahyin aklın ulaşamadığı bir gerçek olduğunu savunur.

Yine büyük âlim ve müctehid İmâm-ı A’zam Ebû Hanife hazretleri de muâkale ve mübâhasede aklın (akıl yürütme ve bahisleşme) nasıl bir enstrüman olduğunu isbât etmiştir. İmâm Gazâlî gerçeğe îmanla ulaşılacağını savunurken onun “Tehâfütü’l-felâsife”sine reddiye yazan İbn-i Rüşd “akıl vahiyden üstündür” tezini savunur. Yâni aklı vahye tercih eder!

İbn-i Rüşd “Gerçeğe varmak isterken akıl olmadan îman ve din de mükellefiyet kapsamına girmez” deseydi hiç mes’ele kalmayacaktı. Burada Rüşd’ün “îmân” kavramı analiz ve sentez aklı değil, hakîkate ulaştıran rehberdir teziyle ehl-i sünnet âlimlerinden ayrılmış oluyordu. (Orhun’dan Tuna’ya Prof. Dr. Osman Kemal Kayra, Bilge Oğuz Kitabevi, s.165, İstanbul, 2022.)

 

BÜYÜK ARAYIŞ

 

Türkiye’de Batılılaşma tercüme eserlerle başlamıştır ama Osmanlı son zamanlarındaki Batılılaşma ile modern Türkiye plâtformu Batı açılımı çok farklıdır. Türk düşünürlerini açılım ve temâyüllerine göre üç ayrı dönemde incelemek gerekir.

1. Dönem 10-11 yy ekolü, Fârâbî ve Îbn Sînâ te’sîrindekiler.

2. Dönem18-19. yy.lardaki, İmmanuel Kant’ın akılcı felsefesi ve Fransız Devrimi düşünürleri doğrultusunda Jean Jacques Rousseau, Voltaire, Montesquieu, La Martine, Ernest Renan, Auguste Comte yolunun tâkipçileri yâni Romantik ve Pozitivist düşünürler.

3. Dönem İTC sonrası ve Modern Türkiye’ de başta Hegel, Karl Marks, Kierkegaard ve Jean Paul Sartre’nin karmaşık ekollerinde kalan gâh romantik, gâh Marksist-materyalist felsefe tutkunlarının yönlendirdiği düşünürler.

Son devir Türkiye’sinde Batılılaşma düşüncesi ve buna dayalı olarak üretilen eserler merkezi üniversiteler olan akademik-felsefî kitaplar olup, bâzı müellifleri îtibâriyle Batı’ya dönük, evveli Marksizm’in etkisi düşüncelerinde hissedilen (Hilmi Ziyâ Ülken, Nûreddin Topçu) ve diğer yazarlar, yeni yüzleriyle belki Ziyâ Gökalp’ın da te’sîriyle millî şuur etkisinde lâik ferdiyetçiliği devletçiliğe teslim etmek istemeyen (Ziyâ Gökalp’a rağmen) önemli şahsiyetlerdir. Bu düşünürler devrin rüzgârına rağmen İslâm’a cephe almadılar. Hattâ İslâm’ı da savundular. Artık İslâm bir alternatif değil bir aksiyondu. Garb düşüncesini tenkîd ettiler. Artık tahrip gücü yüksek devrim atmosferi yerine millî manifestolar hızla devreye girmeye başladı. Yeni bir kültür istihkâmı ve yeni bir ideolocya örgüsü binâ ediliyordu, Bu meyanda Hilmi Ziyâ Ülken’in “Çağdaş Düşünce Târihi”, Mümtaz Turhan’ın “Kültür Değişmeleri”, “Garplılaşmanın Neresindeyiz” ve Şerif Mardin’in “Jön Türklerin Siyâsî Fikirleri”, Cemil Meriç’in “Umrandan Uygarlığa”, “Bu Ülke”, tasavvufun nazariyâtını lirik duygularla dile getiren Erol Güngör, Âkif’in realist ve akılcı Kur’an İslâm’ı tezinin inatçı savunucusu ve onun kadere direnen İslâm hüznünü dillendiren Nûreddin Topçu, Batı’ya ve yeni düzene bütün hücrelerine kadar muhâlif son devrin silâhsız mücâhidi Necip Fâzıl Kısakürek, Türkçü akımın samîmî Alp-yazarı Hüseyin Nihâl Atsız, “Selçuklular Târihi ve Türk İslâm Medeniyeti” “Türk Cihan hâkimiyeti Mefkûresi Târihi” ile bir akademisyen ve millî kültürü içine sindirebilmiş, yeni nesle ışık tutan bir Osman Turan, “Osmanlı kültür ve dilinin romantik savunucusu Peyâmî Safâ, bilimin her dalında eserlere veren bir ilim mistiği Fuat Sezgin gibi yazarlar çok emek vererek millî düzeni oturtmak için hürriyetlerinden bile tâvizler verdiler. Ve nihayet siyâsî bir bunalımın teröre dönüştüğü fetret yıllarında Türk’e yeni boyutta ve yeni ufukta ilerilere, yeni “Kızılelma”ya ışık tutan yorumlarıyla Seyyid Ahmed Arvâsî, yeni ışıklı yolu çok net anlaşılır biçimde formüle etti: Türk İslâm Ülküsü! Onun esas okuyucu kitlesi asîl Türk gençliğidir. Sosyal bir vâkıa olarak kabul ettikleri bu yeni düşünce tarzını, penceresini ve bahçesini tamâmen İslâm’a ve Türk’e açan sosyo-psişik, realist yazarı ve mütefekkiri, Türk İslâm Ülküsü’nün rütbesiz neferini ve onun gölgede bırakılmaya çalışılan mütevâzî alp-dervişi Seyyid Ahmed Arvâsî’yi gönüllerine misâfir ettiler.

Onun fikirlerine felsefe mi, tefekkür mü, sosyoloji mi ne dersek diyelim, ama İslam Türk merkezli demeyi unutmayalım!

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.