Kimliğimizi kaybettik! Hükümsüzdür

A -
A +

Ne de olsa Batılı olduk opera ve operetler yazmalıydık. Değişim devri müzisyenlerinden Muhlis Sebahaddîn Bey’in yazdığı meşhur bir operet vardır. Sözleri de devrin felsefesine uygundur: “Vur patlasın, çal oynasın, bu hayat böyle geçer, hey bu hayat böyle geçer...”

 

 

“Bu aslâ olamaz, bunu bizim toplumumuz kaldıramaz” denilen şeyler bugün vak’a-yı âdiyedendir.

 

 

Artık endîşe bol; tefekkür yok.

 

 

Düşündürücü ve çekici bir söz vardır; hangi millete âit olduğunu bilmiyorum. Fransızların diyorlar. Kime âit olursa olsun, güzel bir söz: “Gençler düşünebilse, ihtiyarlar yapabilse…”

Gençler düşünmeyip ihtiyarlar da yapmazsa vay geldi o milletin başına!

Tasada ve güzel günlerde bir ve berâber olmak millî bir arzudur. Ne zaman ve nasıl bu ütopyaya erişiriz, bilemiyorum.

Düşünmek başlı başına bir faâliyettir. Gerçi halk arasında şahsî sıkıntıların düşüncesi ilk akla gelendir. Tefekkür ve endîşe. Aynı, ama ayrı şeyler… Tefekkür tam fiil köküyle kullanıldığı vakit, fikir yürütmek yâni düşünmek… Endîşe de Farsçada düşünmek, endîşîden kökünden, ama bizde endişe, korku, şüphe dünyâlık tasalar anlamındadır. İşte mes’ele de burada. Artık endîşe bol; tefekkür yok. Neden böyle oldu? Reçetesi de sahte hekimi de belli. Ne diyor Orhan Veli bir şiirinde: “Düşünme-Arzu et… Bak böcekler de öyle yapıyor.” Böcek gibi yaşa! İster haşarat ol, ister uç uç böceği! İnsan kimliksiz ol yeter.

Değişim devri müzisyenlerinden Muhlis Sebahaddîn Bey’in yazdığı meşhur bir operet vardır. Ne de olsa Batılı olduk opera ve operetler yazmalıydık. İşte bu operetin adı da “Ayşe Opereti”dir. Sözleri de devrin felsefesine uygundur: “Bahtın açılsın, tâlih saçılsın, gönlün şen olsunkendini üzme sakın.” Hadi bu temennî kısımları güzel de nakarat veyâ aslen müzikten edebiyâta geçen leitmotif çok düşündürücü: “Vur patlasın, çal oynasın, bu hayat böyle geçer hey bu hayat böyle geçer.”

Hafif Batı Müziği parçalarından birinin nakaratı da bu minvalde: “Şinanay da yavrum hopa şinanay, şinanay şinanay hopa şinanay.”  Def’alarca tekrâr ediliyor.

Bu örneklerden sayfalarca yazabiliriz, ama bu kadar örnek kâfidir.

Yeni müzik akımlarında özellikle Türk popunda nakaratlar çok tekrarlanır. Müzik ritme dayalı veyâ ele alınan bir parça farklı seslerle yeni bir kompozisyonla normal hâlinden daha hareketli daha bol sesli ve diskoya uygun hâle getiriliyor ki buna da remiks deniliyor. Bir de bunu gümbür gümbür ses karmaşasına çevirirseniz zâten düşünme bitip yerine gençlerin çılgın dansları devreye giriyor. Arabalarda köküne kadar açılan hoparlörlerde “çistak” denilen dışarıdan sâdece vuruşlu sazların korkunç gürültüsü duyulan bir ucûbe ile kulaklarımız son derece rahatsız oluyor.

Eğlence mekânlarının Boğaz’ın her iki yakasını da korkunç gürültüye boğan çılgın müzik seslerine saat 01.00 îtibâriyle yasak getirildi, ama müzisyen ve mekân sâhipleri bu yasağın kalkması için zorluyorlar.

Ayrıca Boğaz’da gezi motorları sâhile yakın seferler yapıp  “vur patlasın çal oynasın” müzikleriyle insanları rahatsız ediyorlar. Aslında bunlarda aslâ bir müzik bile yoktur. Ritm evet sâde ritm.

 

DANS ÇILGINLIĞI!

 

Peki, bu çılgın dans ve ritm nereden çıktı? İlkel kabîleler içi boş bir ağaç kütüğü ile bu işe başladılar. Bunlara ağaç parçaları ile vurarak, dînî âyinler ve buna dayalı senkronize toplu danslar yaparlardı. Genelde kadın erkek karışık ve ilkellik gereği yarı çıplak olarak trans hâlinde dans ederlerdi. Bunda müthiş bir motivasyon hattâ buna dayalı olarak meditasyon süreci başlardı. Bu sürede ferdî relaks çığlıkları ve koro hâlinde tekrar edilen mânâsız sesler yükselirdi. İşte ilkel dans, yâni “tamtam dansı”… Sonra buna Avrupâî bir form verilerek modernize edildi.

Eski İyonya’da ve Pontus’ta da dans vardı. Baküs’ün Hindistan’a yaptığı efsânevî geziden dönüşünü temsîl eden hareket figürleriydi bunlar. Faunlar, Satirler, Titanlar, Koribantlar biçiminde giyinir seçkinler bu danslara katılırlardı.

Şark’ta dans pek tutunmamakla birlikte, sefih ve din-dışı olanlar, câriyelerin şehevî danslarını içki âlemleri eşliğinde seyrediyorlardı. Başlangıçta Hristiyanlık Avrupa’sında dînî mekânlarda dans kesinlikle yasaktı. 15. asırdan sonra ilk defa İtalya’da müzikal sistemli bir dans olan bale görülmeye başladı.

Almanca “tanz” Tuna bölgelerinde bugünkü dans anlamıyla kullanılmıştır. Evliyâ Çelebi böyle nakleder. Meşhûr Çiçero “Nemo fere saltat sobrius nişi ınsanıt” (Bence sarhoş veyâ deli olmayan hiç kimse dans etmez) demiştir.

Bilinen dansların en yaygını “tango” Arjantin alt sınıf yoksul ve sokak fâhişelerinin yaptığı dans olarak ortaya çıkar. “Vals” Fransa’nın Provence bölgesinde çıkmış olmakla birlikte İngiltere Kraliçesi Elisabeth’in, Leicester kontu ile bu dansı yapmasından sonra meşhur olmuştur. Avrupa’da en yaygın dans ise mutluluk dansı olarak bilinen Uruguaylı besteci Geraldo Matez Rodrigez tarafından bestelenen bir tango müziği olan “Comparsita”dır.  Türkiye’de şimdi köyde kentette muhâfazakâr veyâ seküler gelin-dâmât nikâhtan sonra bu dansı yaparlar. Sanki bu olmazsa nikâh da olmamış gibidir. Hayret ki hayret! Yazık ki yazık!

Yine Orhan Veli, şiirlerinde “Ne atom bombası, ne Londra konferansı, Bir elinde cımbız bir elinde ayna, Umurunda mı Dünya?” ve “Ah bir de rakı şişesinde balık olsam” diyor. Şâirin ve o dönem tayfasının her istediği oldu. Gençler düşünmüyor, böcek gibi yaşıyorlar. Rakı şişesinde balık da oldular. Düşünenlere de yön verenler onları kendileri gibi düşündürdüler. Kutsal ve millî kavramlar unutturuldu. Yerine uluslararası kavramlar ikâme edildi. Müzik, sokak hareketleri, mitingler, toplu gösteriler, bol sloganlı içi boşaltılmış bir hayat.

Kelimeler düşüncelerin kalıplarıdır. Sloganlarda senin yerine başkası düşünür ve düşüncesini kalıba döker. Sen de onu tekrarlarsın. Slogan fikri dumura uğratır. Şimdiki gençlik slogan gençliği oldu. Târih, sosyoloji, din, felsefe, ekonomi gençler için ikinci plândadır. Çünkü düşünmüyorlar, böcek gibi yaşıyorlar. Egzistansiyalist ve Epiküryen bir zihniyetin göstergesi olan bu gençlere bakıp bâzen Çanakkale’ye gidip dönmeyen bıyığı terlememiş gençleri düşünüyorum, beynim uyuşuyor. Vatansever ve sorumluluk duygusu olan gençleri tenzih ediyorum.

Dans ve eğlence nesli. Zaman zaman da fırsat bulurlarsa eylem de unutulmamalı.

Bizde ve evveliyle Osmanlıda dans yoktu. Çok da medenî bir topluluktuk. Anadolu coğrafyasında yâni pâyitaht dışında sâde erkeklere mahsus eğlencelerde halay, horon, bar vb. oyunlar oynanırdı. Bunlarda o zaman kadın erkek berâber oyunlar yoktu. Genç Osmanlı ve Jön Türklerle başlayan değişim sonucu ilgi alanları Pera (Beyoğlu) ve yabancı elçilikler olunca, bizim Batı öncüleri de dansla tanışmaya başladı. Tabîî ki bunu başka mekânlarda yapma imkânları da yoktu.

Osmanlı bıçkınları Direklerarası’nın Ermeni kantocu kadınları Şamram ve Peruz hanımların tek kişilik varyetelerindeki danslarını da büyük bir iştihâ ile seyrediyorlardı. Halk arasında dansın yaygınlaşması bizde Cumhûriyet Baloları ile başlamıştır. 29 Ekim 1925’te Şengül Hamamı yanındaki Türk Ocağı’nda ilk balo düzenlendi. Aynı târihte Gâzi Orman Çiftliği’nde yeni bir balo düzenlendi. 1926 yılındaki balo sonrası yayınlanan “Resimli Perşembe Dergisi”nde, “Bu sene Cumhûriyet Bayramı ilk def’a medenî bir şekilde kutlandı” diye yazdı.

Anadolu’da Cumhûriyet’in kuruluşunu davul-zurna eşliğinde halaylarla kutlayan ve İstiklâl Savaşı’nın kahramanları demek ki bu dergiye göre gayr-i medenî idiler!

İlk büyük Cumhûriyet Balosu Atatürk’ün isteği üzerine Pembe Köşk’te 22 Şubat 1927’de yapıldı. O günlerde dergi ve gazetelerde dekolte kadın ve erkeklerin tango, vals, çarliston, rumba, samba gibi dansların nasıl yapılacağını çizimlerle halka îzâh ediyorlardı. Sonra da birçok kurum dans kursları açtı.

Baloların bir diğer şekli olan “maskeli balo” Avrupa’da karnavallar için tertiplenen bir dans etkinliğidir. Katılımcılar maske sâyesinde kimliklerini gizliyorlardı. Sakıncalı fikirler bu balolar sayesinde dillendiriliyordu. Maskeli baloyla ilk sahneye konan eser 1986’daki  “Operadaki Hayâlet” oldu ve bir hayli ilgi çekti. 1970’li yıllarda Türk filmlerinde maskeli balolar çokça görülmeye başladı. Eskiden tek tük modern âilelerde yapılan yaş günü kutlamaları parti adı altında yapılıyor ve maskeli balolar veriliyordu.

 

SİNEMALARIN VE YAYINLARIN AVRUPÂÎ HAYAT DAYATMALARI

 

Filmlerde Avrupâî hayat hevesi ile hemen her evde çay kahve yerine viski ve benzeri o zaman pek bulunmayan içkiler, mobil içki sehpâlarıyla servis ediliyordu. Bayramlarda ve dâvetlerde Türk evlerinde artık nâne ve muz likörü içmek sıradan olay hâline gelmişti.

“Millî içki”, “aslan sütü” diye pompalanan “Rakı”nın artık fabrikası da açılmış Türk erkekleri bu içki ile millîleşip aslan kesilmişlerdi!?.

Türk filmlerinde modern evlerde viski, salaş meyhânelerde şarap ve rakı, balıkçı ve esnafın sur dibi âlemlerinde şarap ön plâna çıkarılıyordu. Meşrûbât gibi reklâmı yapılan fakat içinde %6’ya kadar alkol barındıran bira, faydalı olarak tanıtılıyordu. İşin garîbi bira ilkokul çocuklarına bile şerbet yerine içiriliyordu. İlkokulda bira içirdiğiniz neslin torunları bugün alkolik oldu. Gözünüz aydın olsun! Gariptir ki sigara ile yapılan mücâdele alkol için yapılmıyor. Belki de protokol îcâbı olduğu için mi acaba?

Türk filmciliğinde arzu edilen nokta 1980’li yıllarda kondu. Artık porno film furyası başlamıştı. Sinema kapılarına asılan “18 yaş altındakilerin girmesi yasaktır” îlânına karşılık seyircilerin çoğu 18 yaş altıydı.

10-15 saatleri arasında oynatılan ve asıl mekânı Şehzâdebaşı sinemalarında yaygınlaşan bu rezil filmlere aktör ve aktris bulmak kolay değildi. Aç kalıp bu filmlerde oynamayı kabûl etmeyen gerçek sinema sanatçıları da vardı. Bu sektör hızla yaygınlaştığı için bu filmlerde oynayacak oyuncu bulmak da onlar için zor olmadı. Zâten o dönemlerde Türk sineması da büyük bir krizde idi. Bunu bir şans olarak gören bu sektör bir sürü porno film çekti.

Bizi yıllar sonra yaralayan bir başka olay var: Bu aralar yaygın bir şekilde şanlı mâzî derinliklerine inen ve milletimizin çoğunun rahat rahat seyrettikleri târihî ecdâd filmlerinde, porno dönemlerinde oynamış bâzı oyuncuların bu dizilerde şanlı atalarımızın şahsiyetini temsîl etmeleridir. Bu hakkı hiç ama hiç hak etmeyen şahıslar belki de pişman olmuşlardır ama hâfızalardan bâzı şeyleri silmek mümkün değildir. Bu dizilerde elbette bâzı hatâlar vardır ama bu millet yıllar yılı bu tip dizi ve filmleri görmemişti. Eski sinema günlerinde akıncı beyleri ve serdengeçtiler içki içen ve zinâ yapan hovarda şövalyeler gibi tanıtılmıştır.

Şunu aslâ unutmayalım. Bir millet düşman istilâsına uğrayıp vatan topraklarının bir kısmını ve hürriyetini kaybedebilir. Târihimizde birçok örneği olan bu hâdiselerde Türk milleti aslâ bunu kabul etmemiş ve zaman zaman verdiği istiklâl savaşları ile bu belâları def’ etmesini bilmiştir. Düşman istilâsı millî birliği ve millî şuuru kuvvetlendirir. Ama ahlâk istilâsı var ya! İşte ona karşı koymak çok zordur. Ve bir milletin ahlâkî değerlerini bozmadan o milleti kolay kolay teslim alamazsınız.

 

VE PLÂJLAR AÇILIYOR

 

1867 yılında İstanbul’da irili ufaklı 34’ü erkeklere, 28’i kadınlara âit olan 62 deniz hamamı bulunuyordu. Kadınlar kısmı tam bir kamuflaj içindeydi ve tahtaların budakları bile örtülüyordu. Giriş ücreti 60 para, loca 100 para, lüks localar 5 kuruştu. Bakıcıları çoğunlukla Ermeniler olup peştamallı idiler.

Kadıköy’de ilk deniz hamamı Moda Plajı’nın bulunduğu yerde kurulmuştu. Bunların ilk müşterileri Hristiyan hanımlardı. Sonra Müslümanlar da bu deniz hamamına gelmeye başladılar. Sonra Hayik’in kardeşi Aşot, Kalamış’ta yine kadın ve erkek ayrı bölümlü bir deniz hamamı açmıştı. Burada da henüz mayo ile denize girilmiyordu. İstanbul’da ilk plaj Florya’da açıldı. Büyükada Yörük Ali (Ada bakınız!), Caddebostan, Moda Tarabya Fenerbahçe, Salacak plaj olarak açılmaya başladı.  (Bir Semti Kendince Yazmak, Enver Aysever Heyemola Yayınları. S. 81-84)

1935 yılına dek “Solaryum plâjı” ve “Haylayf plâjı” ile serinlemek isteyen İstanbulluların sıcak günlerde akınına uğrayan Florya, Atatürk’e İstanbul Belediyesi tarafından yaptırılan “Florya Cumhurbaşkanlığı Köşkü” ile modern bir sâhil beldesi olmaya başladı.

Başlangıçta sâde erkeklere ve sâde kadınlara mahsûs deniz hamamlarında edeple yıkanan insanlar, bugünün plâjlarında kadın erkek berâberce yüzen bir topluluk olduk.

Yaz gelince dar gelirli veyâ zengin fark etmeksizin bir tâtil sendromu da başlıyor. Tâtile gidilmeyince yeni dönem mesâileri verimsiz olurmuş gûyâ. Dedelerimiz de Bodrum’da, Türkbükü’nde, Dalyan’da tâtile gidip sere serpe denize girmeden yedi iklim dört köşede cihâda gidemezlerdi değil mi?

Sırf bu tâtil merâkı yüzünden artan borçlar ve patlayan kredi kartları âileleri son derece güç durumlara sokuyor. Kurulmuş bir sürü tâtil siteleri bilmem hangi karta bilmem kaç aya böldükleri ödemelerle insanları özendiriyorlar. Sonra da 75 lirayı bir lahmâcuna ve 30 lirayı bir pet suya verdik diye feryâd ü  figân ediyorlar. E o zaman ayağını yorganına göre uzatacaksın. Tabîî ki herkesin gezmek ve dinlenmek ihtiyâcı vardır. Ama bu tâtil hem ekonomik hem de bir Müslüman’a uygun olmalıdır.

Görülüyor ki hiçbir şey hemen olmuyor. “Bu aslâ olamaz, bunu bizim toplumumuz kaldıramaz” denilen şeyler bugün vak’a-yı âdiyeden (günlük olay) olmuştur.

Bize her şey azar azar oldu. Evet maalesef bize her şey azar azar oldu!..

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.