Kaç gündür keyfi yerinde değildi Doğan Bey’in...

A -
A +

Doğan Bey, sevdiği kızla nişanlanmıştı ancak, onu içten içe kemiren bir şey vardı!.. 

 
Hurufi, kendisini dinleyenlerin, hürmetle beklemenin ötesinde bir tepki göstermediğini görünce de; “Ne demek istediğimizi anlamadılar, bu gafiller. Yeri ve zamanı gelince hepiniz de bülbül kesilirsiniz. Sizi gidiler sizi…” diye hayıflandı iyice. 
Konuşulanlardan bihaber, kendi dünyalarında dilenci kıyafetlerini çıkarıp, ne zaman sonra zengin tüccar elbiseleri giyen Kripto’nun sadık adamları, yeni görünümlerine inanamıyor, şakalaşıp duruyorlardı.
- Allah rızası için sadaka…
- Ne verirsen elinle, o da gelir seninle…
- Vermesi sizden, bereket Allah’tan, deyip gülüşürlerken kapı tokmağı; “Tak, tak!” vuruldu. Sahte dilencilerden biri aceleyle koştu, kapıyı açtı.
- Ooo!.. Buyurun beyler… Sizi bekliyorlar.
Gelen Erkara ile Aşır’dı. Hiç tereddüt etmeden içeri girdiler. Her tarafını kendi evleriymiş gibi çok iyi biliyorlardı. Refakatçiyi beklemeden iç odaya geçtiler. Kripto gelenleri görünce daha bir neşelendi;
- Gelin beylerim… Şöyle buyurun… Şöyle…
Erkara ve Aşır’ı en üst köşeye alıp, yemekleri getirmelerinin emrini verdi.
           ***
Kaç gündür keyfi yerinde değildi Doğan Bey’in. Oysa en sevdiği kızla nişanlanmış, istediği olmuştu. Onu içten içe kemiren şey, bambaşka bir şeydi. Kendi kendine sesli bir şekilde düşünmeye bile cesaret edemediği türdendi. Acı, öldürücü bir buhran içindeydi. Söylemesi kolay olmayan bir vehim, günahı dudaklarından taşan, kalbine sığmayan bir mücrim gibiydi. Evvelki gün Çekirge Ali, Atmaca Nuri, bir kuzu çevirmesi ziyafetine çağırmıştı. Bütün sevdikleri oradaydı. Gece yarısına kadar yediler, hoşça vakit geçirdiler. Fakat Doğan Bey rüya âlemindeymiş gibiydi. Neşeli görünmek için gülümsüyordu yapmacıktan.
Sabahleyin de erkenden çıktı. Güneş altın sarısı ışıklarını her tarafa olanca kuvvetiyle vurup ısıtırken o, üşüyordu. Tek başına epey yere uğradı. Mahiyetini bilemediği bir şeyler arıyordu. Bulamadı. Çekirge’ye indi. Yine rastlamadı. Kızıl Köşk’e doğru tırmandı. Küçükken koyun, kuzu otlattığı yamaçlarda dolaştı. Uludağ’a hayran hayran baktı. Sisler gelin duvağı gibi nazlı nazlı okşayarak gökyüzüne doğru bulut olup uçuyordu. Başını salladı. “Ne gam, ne de kederleri var. Verilen vazifeleri yapıyorlar o kadar…” dedi. Bütün virane ve bağ evlerini sessiz, sedasız, yavaş yavaş dolaştı. Müteessir oldu. Bir harabenin içine saptı. Kimsecikler yoktu. Yarım yıkılmış duvarlar, isleri hâlâ duran bacalar, ocaklar sahipsiz bir mezar sükûnetiyle uyuyor gibiydi.
Üstü başı perişan birkaç kişi gördü, şüphelendi. Adamlar eğilip eğilip kuytu köşelere bakıyor, bir şeyler arıyordu. Merak etti. Acaba ne yapıyorlardı? Sessizce yürüdü. Ne aradıklarını sordu. Onlar da beklemedikleri bu sual karşısında önce şaşırdılar.
- Sarhoş arıyoruz, dediler.
Ne sarhoşu?.. Müslüman memleketinde sarhoşun işi ne? DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.