​“Şölenimize hoş geldiniz!” yazısı günün önemini gösteriyordu!..

A -
A +
Uzak köy, kasaba ve şehirlerden gelen çoluk, çocuklu aileler, şimdiden vâdiyi doldurmuştu...   Demek hâlâ imsâk vakti girmemiş, şafak atmamıştı. Çatırdayarak tutuşan ateşin başına gitti Süleyman Çelebi. Üşüyen ellerini ovuşturdu. Sonra da odanın içinde gezindi durdu. Ocaktan pencereye, oradan kapıya gitti, geldi. Kafası, pırıl pırıl aydınlık ve bir o kadar da dopdoluydu. Musluğunu zorlayan taşan havuza benziyordu. O, utanılacak günden aylar sonra ilk defa tarif edemeyeceği bir huzur içindeydi. Daldı, gitti ötelere. Neler düşünmedi ki bu arada? Yiğit yeğeni Doğan Bey geldi aklına. Sanki alt kattaki odasından çıkıp gelecekmiş gibi, yakınında hissetti. Güldü. Sevgili yeğeninin esaretinden dolayı ne hikmetse yürekceğizinde herhangi bir huzursuzluk, rahatsızlık da duymadı. Emir Sultan Hazretlerinin müjdeli cümlelerinden sonra bu tarafı fazla düşünmedi zaten. “Yine de merak işte” dedi içinden. Dünya kötülerle doluydu maalesef. Matlube Hanım’ın namazını, duasını bitirene kadar, hayalinde bütün bildiği ve bilmediği yerleri, kâinatı dolaştı. O, kürsüden okuyacağı mısraları içinden tekrar etti, durdu. Soğuğa inat, yazmış gibi hareket eden Matlube Hanım, sönmemesi için birkaç odun parçasını daha ocağa koydu. Yeniden tutuşturdu. Süleyman Çelebi, yazı masasının başına oturdu. Eski yazdıklarına tebessüm ederek baktı. “Buradakiler, o zamanki ruh hâlimi nasıl da yansıtıyor. Hepsi de öfke, intikam, ölüm kokuyor. Aman Allah’ım insan bu kadar zıt, iki ruh hâlini nasıl taşıyor bir arada? Bir tarafta canavarlık yapmaya hazır hâli, beri tarafta melek gibi oluşu. Bende hangisi daha kuvvetli acaba?” diye içinden geçirirken, gözünü simsiyah ocağın içinde çıtırdayan alevlere dikti. Emir Sultan Hazretlerinin; “Mürşidi olmayanın mürşidi, şeytan olur!” kurtarıcı cümlesi, ılık bir meltem gibi içini ısıtarak yankılandı kulaklarında. Artık gün de yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı… Süleyman Çelebi, namaza gitmek üzere hazırlık yapmaya başladı…              *** Nehrin kıyısındaki yalçın kayalar üzerinde, başı bulutlara değecekmiş gibi yükselen açık toprak rengi, girintili, çıkıntılı, tarihî şato, göz kamaştıracak kadar heybetliydi. Yapraklarını dökmüş ağaçlar, çalılar, sonbaharın bitmek üzere olduğunu, tipi, boranlı kış günlerinin yaklaştığını haber verir gibiydi. Kalın, hantal demir kapısına, uzaktan bile rahat okunabilecek şekilde asılmış, “Şölenimize hoş geldiniz!..” yazısı, burçlara çekilmiş allı, yeşilli rengârenk, irili, ufaklı flama ve bayraklar günün önemini gösteriyordu. Uzak köy, kasaba ve şehirlerden gelen çoluk, çocuklu aileler, şimdiden vâdiyi doldurmuştu. Kendi imkânlarıyla rüzgârdan, soğuktan korunabilecekleri geçici mekânlar oluşturuyor, ellerinden gelen tedbirlerini alıyorlardı. Müthiş bir hareketlilik hâkimdi. Ocaklar yakılıyor, sular taşınıyor, insanlar karınca misali oradan, oraya koşuşup, duruyordu. Serin bir güz rüzgârı, soğuğun artacağı fısıltısını söyler gibi, ağaç dallarını salladı. Yaprakları, kurumuş dalları bir ok gibi fırlattı. Tiz bir ıslık çalarak esti. Bu yalçın ufuklar, kartalların yuva yaptığı sarp kayalar, defalarca suçlu bilinen nice insanların bağıra bağıra kazıklara vurulduğuna şahit olmuştu. Buranın vahşi sakinleri, belki de insan etiyle beslenmeye alıştırılmış tabiatın tek yırtıcı mahluklarıydı. Eskiden beri kendilerine ziyafet çekilmesini beklercesine buraları mekân tutmuş ve gittikçe de çoğalmışlardı... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.