“Şu söylediklerin çok kötü meziyetler değil"

A -
A +
Çakır Vezir; ‘yanlış mı yaptım?’ diye telâşla avânesinin yüzüne baktı.
 
Üryan, o sözlerden sonra araya girdi:
“Dediklerin çok kötü meziyetler değil. Yani insanın durumu iyiyken geleceğine yatırım yapması fena bir şey mi? Bak, baş tacımız gönül sultanımız Emir Hazretleri de ‘Hastalık gelmeden sağlığın, darlık gelmeden varlığın, ölüm gelmeden hayatın kıymetini bilin...’ diyor biz talebelerine. Timur’un yaptıkları da bu esaslara aykırı değil canım.”
Çakır Vezir; ‘yanlış mı yaptım?’ diye telâşla avânesinin yüzüne baktı. Onlardan kır saçlı, zayıfça olanı müsaade istedi;
“Hep yarını düşünürdü de. Birçok insanın da kalbini kırardı vara yoğa...” Çakır Vezir için bu kadar yardım yetmişti;
“İlk zamanlar dövenler bile oldu bu yüzden... Utanacak yüz nerede? Fil derisiyle kaplıydı sanki suratı.”
Hissiz, utanmaz, arlanmaz, adama en iyi imkânları verdiğini, ‘Git, çalış afiyetle de ye’ dediğini, onun ise teşekkür edecek yerde kendini arkadan vurduğunu tekrar tekrar anlatarak kamuoyu oluşturmaya çalışıyordu güya.
“Alçaklığı nursuz yüzünden belliydi zaten. Haşhaşçılar gibi altı siyahlaşmış baygın gözleri, kalın ve kanlı dudakları beygirlerinki gibi uzayıp kısalıyordu konuştukça. Her karşılaştığımızda yerlere kadar eğilir, elime sarılmak isterdi. ‘Sen olmasaydın, o gün kabul buyurmasaydın ben şimdi ya bu ülkenin eşkıyalarından, ya da çoktan tahtalıköyü boylayanlardan olmuştum…’ diye şükranlarını bildirir, iltifatlar ederdi. Zaman ilerledikçe daha ağırlaşmış, şıklaşmış, semizlemiş olarak görürdüm. Hızlı değişiklikleri fark etmemek mümkün değildi. Neden sonra ayağına yer edip, saray edep, âdâp ve çarkının nasıl döndüğünü çözdükten ve münasebetleri incelikleriyle öğrendikten sonra, ara ki bulasın saygıdeğer Timur’u. Gidiş o gidiş. Bir duydum ağa, bir işittim paşa, sonraları hepimizin malumu zaten… Vezir, başvezir, han, hakan ve başımızın belâsı olup çıkıverdi. Herkes ondan bahseder oldu. Kimi korkularından, bazıları da yalakalıklarından tabii…”
“İşte biz de ondan bahsediyoruz hâlâ… Ne etkili birisiymiş meğer…”
“Bizimki farklı. Tedbir almak için konuşuyoruz… Ahmaklardan olmamak için dertleniyoruz…” diye ilâve etmeyi ihmal etmedi Çakır Vezir.
Her iki genç Osmanlı beyi de şaşkındı. Sanki görünmez bir el onlarca kaya parçasını göğüsleri üzerine koymuş, rahat nefes almalarına imkân vermiyor, ağır yükün altında ezildikçe eziliyor gibiydiler. Moğol mu, Türk mü, zalim mi, mazlum mu, cinsi cibilliyeti, soyu sopu tam belli olmayan birinin uşaklıktan beyliğe, oradan vezir, han, hakan ve hanlar hanlığına kadar dur durak bilmeden kesintisiz yükselişi hikâyesine bir türlü inanamıyor, acı çekiyorlardı.
“Yoksa kıskanıyor muyum...” diye inledi Erkara Bey. İmkânsız gibi gördüğü yükselişi başkaları da fevkalâde yapmıştı. Uzaklara gitmeye ne hacet. İşte kendi memleketleri... Her zaman iftihar ettikleri genç Osmanlı Devleti daha düne kadar birkaç çadırdan öteye gitmeyen aşiretlik değil miydi? Şimdi Avrupa’da at koşturuyor, Bizans’ın surlarını sarsıyorlardı gümbür gümbür. “Tövbe tövbe...” dedi içinden. Muhakemesini, mantığını toparlamaya çalıştı. Uzanamadığı ciğere pis diyen zavallı, uyuz bir kedi gibi hissetti kendini. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.