Hırsından kanı çekilmiş eli ayağı buz kesilmişti

A -
A +
Canali, Hayıflanıyor, dişlerini ve yumruklarını sıkarak yürüyordu. Âh, bi gücü yetseydi!..   Mahperi’yi bir türlü unutamayan Serçetutan, hem şirin görünmek, hem de biraz yakın olmak için olsa gerek Rüstem Bey’e meydan ağalığı vazifesini vermişti. O da cirit sopaları yapıyordu itinayla. Aynı boy kesilmiş bir kucak dalı önüne koymuş tek tek sayıyor, kalınlıklarına göre ayırıp çakıyla uçlarını kesiyor, düzeltiyordu. Rüstem Bey, önce sopanın kabuklarını helezon şeklinde çizdi. Bir boşluk bırakarak soyup ayırdı. Yanı başında durmadan yanan ateşin alevlerinde kuzu çevirir gibi kızarttı. Geriye kalan kabukları da soyup temizledi. Böylece açık, koyu renklerde boyanmış gibi desenlerle süslenmiş, tıpkı bir oka benzetmişti basit sopaları. Sıra dağıtımına gelince elini güneşe siper ederek etrafına bakındı. Bunu en güzel ve âdilâne yapacak ondan başka kimse yoktu. Önce hancının ve birkaç bekçinin ciritlerini verdi. Diğer atlılar sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu, farkına varmadan, Serçetutan birden ekipten ayrıldı. Kaşla göz arasında atını mahmuzladığı gibi kayboldu. Bu telâştan olsa gerek Rüstem Bey, sopaların arasından kayan çakı ile sol elinin işaret parmağını kesti. Sulu, kırmızı bir kan akmaya başladı. “Haydi! Bak elim kesildi. Bir bez parçası getir…” diyerek Canali’ye döndü. Siyah gözlerini yüzüne dikerek, büyük, yuvarlak başıyla evini işaret etti: “Çabuk ol!” “Olur!” Basılmış kar ve balçıklara ayaklarını sürterek ürkek adımlarla yürüdü. Mahperi’yle perde arasından göz göze geldiği anı hatırladı. Gidip gitmemekte tereddüt ediyordu hâlâ. Karşısına çıkarsa ne diyecekti? Yüzüne bakabilecek miydi? Oldukça düşünceli, fevkalâde dalgın, zoraki ilerlerken karşıdan yağız bir atlının doludizgin geldiğini gördü. Korkup kenara çekildi. Arkasından da birkaç atlı kılıçlarla, sopalarla kovalıyordu. “Kaçınız, kaçınız!” diye bağırdılar. İyice şaşırdı! Öyle kaldı. Gözleri ateş gibi parlayan bir adam; “Çekil aradan, ezileceksin!..” diye haykırarak önüne geçti. Arkadan gelen hızla saldırdı. İlk hamlede birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza kapışıp atlardan aşağı yuvarlandılar. Düşer düşmez her ikisi de süratle ayağa kalktı. Biraz daha böyle boğuştuktan sonra ikisi de tekrar yere yuvarlandı. Serçetutan’ın kocaman kalpağı, kalkanı düştü. Bu dövüş, pek uzun geldi Canali’ye. Titriyordu lâkin ağlayamıyordu. Göz pınarları mı kurumuştu? Yoksa karşılaştığı bu amansız kavgadan dolayı dilini mi yutmuştu? Ne ileri gidebiliyor ne de geri. Kılıçlı, kalkanlı olan diğerleri de yetiştiler. Tanımadıkları bu adama bütün güçleriyle birkaç darbe indirdiler. Zavallının kollarından, burnundan kan akıyordu. Bayılıp küt diye buzların üzerine düştü. Serçetutan’ın gür sesi yankılanıyordu: “Vurun dedik ama öldürün de demedik rezil herifler!” “Dokuz canlı o, hiç ölür mü? Numara bey, numara!” “Osmanlı köpeği! Nasıl da kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış!” “Ağzı burnu kırılmış!” “Az bile!” “Bir şey yok... Acımıyordur da! Biraz çizildi...” “Siz bir şey olmadan emaneti alınız!” Canali, “Osmanlı köpeği” kelimesine takmıştı. Hayıflanıyor, dişlerini ve yumruklarını sıkarak yürüyordu. Âh, bi gücü yetseydi. Arslan olup parçalasaydı. Yıldırım olup yaksaydı bu soysuzları. Söylenerek uzaklaştı. Hırsından kanı çekilmiş, eli ayağı buz kesilmişti. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.