"Haydi Timur’u delirtecek bir mektup yazdır, al gel!”

A -
A +
“Helâl olsun Çakır Vezir’e! Elçiyi bu tarafa yönlendirmeseydi nereden bilecektik ki?”
 
Bursa’dan gelen elçiyi baygın vaziyette yakalayan Serçetutan ve adamları, güvendikleri bir yoldaşlarının evine götürüp vakit kaybetmeden üzerindeki Timur Han’a yazılmış mektubu aldılar. Etrafta kimseciklerin olmadığından emin olduktan ve dışarıda kilit noktalara silahlı bekçiler yerleştirdikten sonra da özene bezene sarılıp sarmalanmış nâmeyi açıp okudular.
Mektupta, Timur Han’ı layık olduğu şekilde öven, iltifatlarla dolu bir girişten sonra kendisine sığınan bey, vezir, emir ve diğer insanların tutum, durum ve yakınmalarından bahsediliyordu. Bir de Osmanlıdan kaçan beylerin karakterlerini anlatıyor, onlara kanmaması, inanmaması gerektiğine dikkatleri çekiyordu. Serçetutan, hafif bir sesle:
“Bu şekliyle Timur’un eline geçerse işimiz hepten bitik demektir.”
“İyice yok oluruz!”
“Evet! Onlar doğudan, Osmanlı da batıdan bizi silip süpürürler!”
“Helâl olsun Çakır Vezir’e! Müthiş işler başardı. Elçiyi bu tarafa yönlendirmeseydi nereden bilecektik ki?”
“Uzatma Dağtartan! Hadi hemen hattat Ruşen’i bul! Bu şekilde bir kâğıda aynı renk kalemle ve yine aynı tarz yazıyla Timur’u delirtecek ifadelerle dolu bir mektup yazdır, al gel!”
“!!!”
“Öyle şeyler olsun ki Timur okuyunca saçını başını yolsun. İpe sapa gelmesin!”
“Meselâ reis!”
“Kuduz it, vahşi çakal, zehirli yılan!”
“Yol kesici şaki! Şeytan kadar sinsi, hain!”
“Senden sultan değil, eşkıya reisi olur! Fazla uzatmayalım! İşte böyle şeyler!”
“Tamam anlaşılmıştır!”
“Bizim yazdığımız, aynı malzemeyle sarılıp sarmalandıktan sonra yine aynı şekilde aynı adamla, zamanında ve istenilen mekânda Timur’a ulaştırılmalı!”
“Doğru dersin! Ne yapıp edip bunu gerçekleştirmemiz lâzım!”
“Haydi daha ne duruyorsunuz miskin herif!”
“!!!”
Dağtartan, karar doğrultusunda hattatın kaldığı yere at koşturup adamı buldu, ne istediklerini tek tek anlattı.
Mahperi’yi şimdilik unutan Serçetutan’ın delilik damarı tutmuştu. Sevincinden mi, yoksa heyecanından mı ne, yerinde duramıyordu. Bir köşede baygın yatan Osmanlı elçisinin yanına yaklaştı. Uzun uzadıya kasıklarına, şah damarlarına bastı. Yüzüne öyle üfledi ki, keskin sarımsak kokusundan adam aksırdı.
“İyi! Daha beter şey olmamış! Bir iki güne kalmaz ayağa kalkar…” diye söylenerek Seyrekbasan’a seslendi:
“Heey! Ocağa odun atın! Misafirimiz üşümesin. Ha, tarçınlı bal ve tereyağı yedirin bolca. Eski gücü, kuvveti yerine gelsin!” cevap beklemeden başka odaya geçti. Şimdilik her şey yolundaydı.
“Ya Doğan Bey bu olup bitenlerden haberdar olursa!” Aklına bir cinlik daha gelmişti:
“Seyrekbasan, çabuk buraya gel!”
“Ya odunlar!”
“Gel dedim!”
Seyrekbasan, ocağa birkaç dal odun atar atmaz, kaşla göz arasında Kızılhan’a yollandı. Doğan Bey’i meşgul edecek, olup bitenlerden bir müddet uzak tutacaktı. En iyisi belki de ava götürmekti... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.