“Bunlar hani Doğan Bey'in arkadaşıydı! İnanamıyorum"

A -
A +
Doğan Beyin yattığı odanın bacasında bazıları sinsi sinsi dolaşıyordu!..
 
Yaşadığı hâdiseler, onu şaşırtmış, mevcudiyetini, varlığını perişan etmişti mutlaka. Gördüğü hakaretlerin, dayak ve çok çalışmanın şiddetinden olsa gerek kızgın ve öfkeliydi de Canali. Bütün Hurufîlerin evlerini, barklarını, hatta sembol ve işaretlerinin çizili olduğu bayraklarını, armalarını parçalamak, direklerini kırmak, sancaklarını yırtmak, ne kadar fitneci varsa şüphesiz hepsine hak ettikleri cezaları vermek için çok güçlü kuvvetli ve bilhassa Doğan Bey gibi olmak istiyordu her şeyiyle.
İsyankârların içinde görünen bir Türk, şüphesiz lanetler, nefretler içinde tahkir olunacak, memleketten dışarı çıkarılacak, belki de derdini anlatamadan öldürülecekti. Başı ağrımakta bu dayanılmaz acılardan olsa gerek yaşlar akmaktaydı yanaklarına doğru. Gözlerini kapatmaya çalıştı ama nafile… Önüne Mahperi, anası, babası, evi geldi. O hiç böyle bir günü düşünmemiş bu ana kadar tam teslimiyetle yaşamıştı. Ya şimdi! Doğan Bey gözünü öyle bir açmıştı ki kapanması mümkün değildi. Ancak ölüm hariçti tabii… Esir edilişi, satıldığı yer ve seneler, çocukluk ve gariplik günleri olanca canlılığıyla aklındaydı. Gurbette bir köleyken kendi memleketinden birine âşık olmak, sonra da Timur Han’ın izin ve himmetiyle izdivaca giden bir yol üzerinde bulunmak, hayatını birleştirmek onun için fevkalâde bir işti. Gelişmeler, olup bitenler iftihar edebilecek bir durum olsa da ya bundan sonrası ne olacaktı? Hep düşünce, hep tasa… Yoksa yüzü hiç gülmeyecek miydi?
Serçetutan’ın Mahperi’nin peşinde olduğunu bilmeyen yoktu. Mutlaka boş durmayacak, belki de canına kast edecekti! Peki, ona karşı nasıl duracak ve ne yapacaktı? Onun bulunduğu yerelere, ortamlara gitmeyeceği, kavga etmeyeceği kesindi. Mahperi’nin bir tuzağa düşürüleceğinden, kendi kendini koruyamayacağından ve hepsinden de mühimi fakir, hiçbir şeyi olmayan köleye ve zor şartlara razı olup olmayacağından korkuyordu. Ne de olsa o varlıklı bir ailenin yanında hiçbir sıkıntıya düşmeden bu zamana kadar gelmiş, oldukça da mutlu ve rahattı. Bunca olumsuzluklara rağmen birbirlerini çok sevdiklerinden emindi. Onu dimdik, ayakta tutan da işte bu hakikatti.
Serin havaya rağmen şakaklarından soğuk terler akmaya başladı. Elinin tersiyle yüzünü sildi. Gece bir hayli ilelemişti herhâlde. Hâlâ ayakta ve uyuyamamaktaydı. Bir ara derinden garip sesler duydu. Dikkat kesildi. Evet! Evet! Yanılmıyordu. Tam da Doğan Beyin yattığı odanın bacasında bazıları sinsi sinsi dolaşıyordu. Gizlenerek iyice yaklaştı. Konuşulanlara kulak kabarttı pürdikkat; “Bunlar neler konuşuyordu böyle? Hani Doğan Bey'in arkadaşlarıydı! Bu ne biçim insanlık? Aman yâ Rabbim!” İnanmak istemiyordu.
Heyecanla ve korkuyla duvarı kontrol etti. Gürültü etmeden, kedi gibi sinsice tırmanarak çıkabildiği kadar yukarı çıktı, sessizce siperlendi. İleride, tam damın ortasında yeni kazılmış toprak yığını ve yanı başında kocaman bir kazanın kulplarından tutmuş iki dev adam gördü.
“Bunlar Serçetutan’la Seyrekbasan değil mi? Dağtartan da oradadır mutlaka! Kim bilir hangi delikte saklanıyordur şeytan?” diyerek söylendi.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.