“Gülşah’ı kim kaçırmış biliyor musunuz?.."

A -
A +
Nereden, nasıl başlayacağını bir türlü beceremedi. Ezildi, büzüldü, sıkıldı, ter üzerine ter döktü...
 
Ne diyeceğini şaşıran Erkara Bey,
“Hiç dedim ya!” diye diklendi elinde olmadan.
“Ooh! Ne âlâ, ne âlâ! Karmaşık meselelerin adını ‘hiç’ koyup işin içinden çıkmışlar.”
“!!!”
Nereden, nasıl başlayacağını bir türlü beceremedi. Ezildi, büzüldü, sıkıldı, ter üzerine ter döktü. Oysa onlar bir araya gelmelerde umumiyetle olup bitenlerden konuşur, yapacaklarını gözden geçirirlerdi en açık şekliyle.
Evdekiler, gelen canı sıkkın arkadaşlarını fazla üzmemek için daha ileri gitmedi, başka bir şey de sormadılar.
Üryan o gün yalnız değildi, Aşır da gelmişti. Akşam birlikte kalmış, sabaha kadar Emir Sultan Hazretleri’nin sohbetlerinden konuşmuşlardı. Göğsü hızlı hızlı inip kalkan Erkara Beyin gözleri kanlanmış, kaşları çatılmıştı. Çok asabî, oldukça farklıydı bu sabah. Kapının önünde bir müddet sağa sola gezindikten sonra Aşır’a:
“Gel buraya hele!”
“!!!”
“Anlat bakayım duyduklarını! Neler konuşurlarmış hakkımda?”
“Ne konuşması?” diyebilen Aşır’ın nefesi kesilecek gibi oldu. Sebebini bilmediği bir korku kaplamıştı tıpkı eski haşarı günlerinde olduğu gibi. Üryan da bu acayip hâlini, çıkış tarzını beğenmemişti.
“Gülşah’ı kim kaçırmış biliyor musunuz?"
“Bilmiyorum!” dedi Aşır. Bu sefer yuvasından fırlamış kara gözlerini Üryan’ın üzerine dikti. Daha bir şey sormadan:
“Kim olacak olsa olsa…”
“Evet olsa olsa!”
“Şey!.. Şimdilik his!”
“Ne düşünüyor, ne hissediyorsunuz bilmem ama karındaşlarım? İş tahmin edemeyeceğinizden de vahim! Benim kaçırdığımı söyleyecek kadar ileri giden edepsizler varmış!” derken dağ gibi koca adam ufaldıkça ufaldı. Hayatında ağlamak nedir bilmeyen bu korkusuz delikanlının gözleri önce uzaklara daldı, sonra da sağanağa dönüştü âdeta. Ağlıyor, ağlıyordu bu “tövbeyi nasuh” yapan yiğit. Seneler öncesi yaptığı hataları işte yine karşısına dikilmişti bir karabasan gibi.
“Sana, ne hakla bu çirkin iftirayı yaparlar ki?” diyen Üryan, fevkalâde hiddetlenmişti. “Tövbe! Tövbe! Lâ havle…” çekerek başını salladı sağa sola.
“Evet! Maalesef ne hakları olup olmadığını ben de kendime sordum.”
“Eski bir hatayı kavgaya çevirmeye, kardeşlik bağlarımızı kırmaya yönelik olduğu apaçık Beyim…” diyen Aşır, yumruğunu sertçe duvara vurdu. Acısını duymamıştı bile bu ifritin aklına gelmeyeceklerden dolayı.
“Kim söyledi? Nereden duydun Beyim?”
“Buraya gelirken bir grup çocuğun yanından geçiyordum. Kendi aralarında beni işaret ederek konuşup, kaçıştılar korku dolu gözlerle...”
“Tanıdığımız var mı?”
“Duyduklarımdan gözlerim karardı, başım döndü. Dikkat edemedim ama birisini yeğenin Muratşah’a benzettim…”
Aşır, bu ismi duyar duymaz bir ok gibi fırladı. Bahçenin kapısını kırarcasına açıp kapaması bir oldu. Çitlerden, sokak duvarlarından zıplayarak aştı. Servilerin kül rengi gölgelerinin düştüğü yoldan eve doğru koştu. Hiç vakit kaybetmeden yeğenine seslendi;
“Muratşah! Muratşah!”
“!!!..”
“Nerelerdesin?”
“Aa!.. Amcam! Amca geldim!”
“!!!”
“Geldim! Geldim!” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.