“Meşhur biri değilim, bana Hâfız Molla derler..."

A -
A +
Hâfız Molla, büyük akıncının evini çok kalabalık tasavvur ediyordu. Hâlbuki burada çıt bile yoktu. 
 
 
Gülşah, ürperdi.
“Evet, şu bahçenin içindeki bina.” Bu ince kadın sesi titriyordu. Gelen adam çocuğun kulağına bir şeyler fısıldadı. O da tekrar:
“Gülşah Hanımefendi orada mı? diyor…”
“Buradalar.”
“Ben kendilerini tebrike gelmek, ziyaret etmek istiyorum. Kabul buyururlar mı?.. Meşhur biri değilim. Hâfız Molla, eski Anadolu akıncılarından mütekait...”
“Peki efendim. Bekleyiniz” deyip konağa geri döndü. Çocuk ve yaşlı akıncı beklerken biraz sonra ince, titrek ses tekrar;
“Efendim, buyurunuz, kabul edecekler.''
Birkaç adım önde Hâfız Molla, dar sokağın biraz ilerisindeki Doğan Bey’in köşküne görmeyen gözlerle bakıyor, oradaki insanların tepkilerini ve ne söyleyeceklerini merak ediyordu. Tepeden tırnağa örtülü kadının gösterdiği demir parmaklıklı kapıdan girince, karşısında kaldığı manzaranın letafetinden şaşırdı. Balıksırtı geniş bir yolun iki tarafında büyük akasyalar sakin gölgeleriyle her tarafı kaplıyor, zarif tarhlarda isimlerini bilmediği çiçekler, vücutları görünmeyen peri gözleri gibi kendine bakıyordu. Nefis kokular içinde yürüdü. İleride, bu gayet loş gölgeler altında daha beyaz duran mermer havuz çok şahaneydi. Fıskiyesine konmuş bir bülbül ötüyordu. Etrafına tekrar göz gezdirdi. Yasemin kemerlerle örtülü yollar, sarmaşıktan kameriyelere gidiyor, koyu yeşil çadır görünümünde çeşitli çamlar, dalları salkım salkım meyve ağaçları bahçe duvarlarını gizliyordu. Havuzun kenarındaki kamıştan kanepeye uzanacağı geldi. Berrak suyun içinde nilüferler uyuyor gibiydi.
“Ne güzellik yâ Rabbî!” dedi. Burası küçük ve yalancı bir cennete benziyordu. Süleyman Çelebi’nin nefis mısraları kadar hülya, haz, hayat doluydu. İstemeye istemeye kendi geçmişini, ihtişamlı hayatını hatırladı. Böyle bir bahçenin hayali rüyasına bile girmemişti. Dar merdivenler, kalın oymalı möbleler, narin dolaplar... Her şey sanki baştan aşağı bir şiirdi. Kendine göre renkli hayatı, bu samimî sanat eseri şiirin yanında ağır bir nesre, isli demirci dükkânına benziyordu. Evet, kendi hayatı çirkin sayılmasa bile, hiç de özenilecek değildi. Vaktiyle kazandığı paralarla pekâlâ böyle bir köşkte yaşayabilir, hayatın ulvî zevkini tadabilirdi. Ama hesap hendese ahiret derdi... Onu her türlü nimetlerden uzak bulundurmuş, “ebedi faydalı”dan başka her şeye hiç nazarıyla bakmıştı. Neticede kâr vardı. Zarar ise hiç yoktu… Biriktirdikleri paraları köyüne götürmemiş miydi? Yine heyecanından olsa gerek kalbi burkuldu. Duramadı. Arkasından gelen olup olmadığına bakarak köşkün mermer merdivenlerine ilerledi. Geniş pencerelerinin beyaz tülleri rüzgârla sallanıyordu. Önündeki havuzuyla neftî gölgeler altında uyuyan bu görkemli yuva öyle nefis, öyle hoş bir uyum içineydi ki...
“Doğan Bey’e helâl olsun. Yakışmış genç yiğide… Bu şahane yerde büyüyen nasıl mesut olmaz ki?” dedi. Hayatında ilk defa, düşünmeden güzelliğin tadını alıyordu. Temiz basamakları yavaş yavaş çıktı. Camlı ceviz kapının tokmağını nazikçe tıklattı. Kapıyı genç bir kız açtı ipeklere bürülü olarak:
“Hanımefendiyi ziyarete geldim.”
“Haber göndermiştiniz zaten efendim. Buyurunuz.” Yol verdi. Hâfız Molla, büyük akıncının evini çok kalabalık tasavvur ediyordu. Hâlbuki burada çıt bile yoktu. Bastonunu holün sütunlarına dayarken kıza;
“Doğan Bey burada mı?” diye sordu.
“Hayır efendim.”
“Ya nerede?”
“Epeyce odu... Şark seferine gitti.”
“Daha dönmedi mi?”
“Hayır efendim.” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.