"Seni kabul ettim Numancık! Gel medreseye ben öğreteyim"

A -
A +
Ömür mecburi bir sefer, zoraki bir yolculuk değil miydi zaten? Ebedi hayata sırlarla dolu bir sefer…
 
Müderris Fadıl Efendi:
- Ölünceye kadar da aynı şeyleri yapacaksın!
- Galiba öyle! Tek değişen şey; görüntüm. Bebekmişim, çocuk oldum, hep aynı kalmıyorum… Ölmezsem genç olacağım, delikanlı… derken sizlerin yaşına kadar, yine ölmezsem dedelerimizin yaşına kadar değişeceğim.
- Değişmeyen şey “yeme, içme, uyku” öyle mi demek istiyorsun?
- Evet! Hani efendim! Aynı şeyi tekrar edip duruyoruz: “Ye, iç, yat… ye, iç, yat…” Hâlâ da hep aynı şeyleri sırayla tekrar edip duruyorum. Bazen mekânlar, bazen etrafımdaki insanlar, eşyalar değişiyor sadece. Bu yaşadıklarımın bir hikmeti, bir manası olmalı… Boşu boşuna yapılan tekrarlardan ibaret değildir bu hayat, ama ne?
- Öyle ya! Ama ne?
- Evet efendim! Envaiçeşit çiçekler, böcekler, kuşlar, ağaçlar, neler neler! Hepsi de bir ahenk içinde… Nereye bakıyorsam bir harikulâdelik görüyorum.
- Ama başka çocuklar o dediklerini görmüyor! Hattâ yetişkinler de…
- Bilemem başkalarını ama her taraf bir kitap gibi! “Oku beni” diyor sanki!
- Allahü ekber! Demek okunacak kitap şeklinde görüyorsun çevreni… Bunlar ne güzel fikirler Numancık! Sonra…
- Sonra… Tabiat öyle muazzam da bizler değil miyiz? Elime bakıyorum; parmaklarım, uçlarındaki tırnaklar, yüzüm, gözlerim, etrafını saran kirpikler… Sanki biri emir vermiş tüylere; şurada bit, burada bitme… Kısacası her âzâm muhteşem! Kuzucuklarım da öyle… Yüzüme bakarak bir şeyler anlatıyorlar ama ben anlayamıyorum! Tabii lisanlarını bilmiyorum! Kimse de öğretmiyor ki!
- Seni kabul ettim Numancık! Gel medreseye ben öğreteyim! Kıyamette âlimlerin mürekkebi, şehitlerin kanıyla tartılacak ve mürekkep ağır gelecektir. Unutma bu sözümü!
- Unutmam efendim! Sahi mi beni okutmak istemeniz?
- Evet, sahi!
- Ya babam! O ne der?
- Onu bize bırak…
- Çok heyecanlandım! Çook!
- !!!
Kara Medresenin Müderrisi Kara Fadıl Hocaefendinin dilinde “çok heyecanlandım çook!” kelimeleri; Numancığı kucaklayıp alnından öptü… Ona “gelip seni alacağım” deyip vedalaşırken hayatını düşündü; ailesini, arkadaşlarını ve şimdiye kadar okuttuğu talebelerini…
Ömür mecburi bir sefer, zoraki bir yolculuk değil miydi zaten? Ebedi hayata sırlarla dolu bir sefer… Öyle ki; ruhlar âleminde başlayan bu seferîlik, bu yolculuk ana rahmi, bebeklik, çocukluk, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık, kabir, berzah, mahşer, sırata ve oradan da sonsuzluğa, ebediyete uzanıp gitmiyor muydu? Hayatın bu beşikten mezara, âhirete ve sonsuz âleme seferiyle beraber bir de derecelerinin arttığı, yükseldiği yolculukları vardı. İnsanın bu mânevî yolculuğu ise ferşten Arş’a, esfel-i safilinden alâ-yi illiyine, gafletten huzura, cehaletten marifete, küfürden imâna doğru giden oldukça yüksek, meşakkatli ve en mühim seferiydi. Bu yolculukta muvaffak ve muzaffer olanlar ne kadar azdı… Ve onlar ne kadar bahtiyar insanlardı… DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.