"Sualleriyle beni fena sarstı, aklımı başıma getirdi!.."

A -
A +

"O çocuk hâl ehliydi hâl... Çok istedim büyük medreselere göndermelerini de..."
Fadıl Efendi, soruları peş peşe sıralıyordu:
- Hocam; o zaman onun çocukluğunu da bilirsiniz tabii!
- Bilmem mi hiç! Kapı komşuyuz. Bizim atalarımız ile onun ceddi eskiden beri dostturlar. Büyük dedesi de büyük bir âlimdi, menkıbelerini dinleyerek büyüdük ve o hikâyelerle ihtiyarladık müderris efendi! Uzun kış gecelerinde, hayallerimizi süslerdi. Ocak başında sesimizi çıkarmadan pürdikkat kesilirdik. Anlayacağın, bu büyüklerin hayatı manevi gıdamız olmuştu.
- Hocam, zahmet olmazsa sizde bu garibe; bir iki hatıranızı anlatın, bi zahmet.
- Zahmet olmaz olmasına da, gücümüz yeter mi bilmem ki?
- Yeter, yeter! Hele sen bi anlat!
- !!!
               ***
İhtiyar hoca efendi, elini gözlerine siper ederek batıya, kızgın güneşin altında sessizliğe bürünmüş Zülfadl köyüne doğru baktı. Neler aklına geldiyse derinden bir “ah” çekti, müderris Fadıl Efendi’ye döndü...
- Çubuk Çayı’nın kenarında küçük bir köydür, Zülfadl malumunuz.
- Evet, ben de yabancı sayılmam, buraları az çok bilirim!
- Nerelisin?
- Ankaralı.
- Seneler... Ah ah! Hiç geçmeyecekmiş gibi akıp giden seneler! 1352 senesinde köyümüzden Koyunlucalı Ahmet’in bir oğlu olmuştu. Koşarak yanıma geldi. “Hocam nur topu gibi bir oğlumuz oldu” deyince, tebrik ettim. Sevincini paylaştım. İsmini “Numan” koyduk.
- Pek manidar bir isim seçmişsiniz! İmâm-ı Azam Ebû Hanife hazretlerini hatırlatıyor.
- Ya öyle düşündük! Âlim olsun o muhterem imamımız gibi, memlekete, millete faydası dokunsun istedik. Evlat, söyleyene değil, söyletene bak!
- Elbette!
- Daha üç dört yaşında var-yok bana getirdiler. Elifbeyi öğrettim. Çok çabuk öğreniyor, bir dediğimi iki yapmıyordu. Çocuk değil büyümüş de küçülmüş sanırdın. Sualleriyle beni fena sarstı. Aklımı başıma getirdi. O çocuk hâl ehliydi hâl... Çok istedim büyük medreselere göndermelerini de... Ama yalnız bir baba, nüfus kalabalık, köy işlerinden vakit bulamıyordu garibim. Bir gün buraya gelmiştik! Çayın başına...
- !!!
- Yaşlanmıştım tabii ama her gün Kur’ân-ı kerîm okumayı ihmal etmiyordum, fakat ezberleyemiyordum da.
- Eee!
- Küçük Numan, pek zeki bir çocuktu. Okuduğunu ezberliyor, gördüğünü unutmuyordu. Benim bu beceriksiz hâlimi anlayamıyordu.
- Şimdi de öyle! Bir okuduğunu bir daha unutmuyor.
- Elbette öyledir! Benim gayretimi görünce; “Hocam, ezberleyemediğin hâlde niçin her gün okuyorsun” diye sordu? Ben de düşündüm; bu mübarek çocuğa öyle bir cevap vermeliyim ki; onun üstün istidadına münasip olsun.
- Aynı hisler içindeyim!
- İnsanın elinde değil müderris evlat! Ona; yanı başımızda duran, rastgele atılmış, çok kirli sepeti gösterdim. Onu almasını, Çubuk Çayı’ndan su getirmesini, sonra niçin ezberleyemediğimi anlatacağımı söyledim. Önce manalı manalı baktı. “Peki” dedi, sepeti aldı. DEVAMI YARIN


 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.