Hocasının, yükseklerle alâkalı sohbeti boşuna değildi!..

A -
A +
 
 
Hocasının işareti üzerine o gündür bugündür zirveleri kendine yol edinmişti...
 
Dağların en zirvesi; güneşe en yakın yerler olduğu hâlde dünyanın en soğuk yeri de oralardı. “Karlar burada hiç erimiyor” diye düşünüyor, hikmet içinde hikmet arıyordu İbrahim…
İnsan yükseklere tırmanırken dağın öfkesine, kafa tutmasına, yani zorluklarına razı olmalıydı da. En yükseklere tırmanmaya muvaffak olan kimse artık bütün acıklı oyunlara, acıklı hayatlara güler geçerdi. Dağlar; yeryüzünün başlangıcı ve bitişi gibiydi İbrahim’e göre. Zirvelere tırmanarak yükselme; tahsil, ilim, irfanla yükselmeyi mukayese etmek için miydi? Aklına neler de geliyordu, aman Allahım!
Hocasının, yükseklerle alâkalı sohbeti boşuna değildi. Yanındaki talebeler; ders bitip dışarı çıktıklarında; “bu konuşulanlardan hiçbir şey anlamadıklarını, hocalarından ilk defa duyduklarını” söylemiş, hayretlerini gizleyememişlerdi. Demek İbrahim Hakkı, bunu hak ediyordu. Yaşından, tecrübesinden, ilminden öte; çok çok yüksek beklentileri vardı İsmail Fakirullah Hazretlerinin. İbrahim Hakkı, işte hocasının bu işareti üzerine o gündür bugündür bu zirveleri kendine yol edinmişti...
Harika bir bahar günü… Aşağılarda hafif bir rüzgârın incitmeyen serin dokunuşu, bir dağın tepesinde buz kesen fırtınaya dönüşebiliyordu. Ne olmuştu, ne değişmişti de aynı mekân içinde sadece irtifa farkından dolayı bu kadar zıtlık oluyordu? Sonra en sakin bir yerden en tehlikeli bir yere çıkmak niçin istenirdi ki? Hadi kartal olsanız şehirlerin, kasabaların üzerinde uçmak için münasip bir zemin hazırlamış olurdunuz. Peki günlük hayatta yeterince tehlike bulunan bir yerde kim bunu yapmak isterdi ki? Bir meczup ya da ötelerin ötesini görebilme kabiliyetinde olabilenler olmasın!
Bulutların üstünde olmak, başka bulutlara tepeden bakmak muhteşem bir hissiyat olsa gerekti… O gün o zirvede epeyce kaldı İbrahim. “Hocamın işareti sadece rüzgârı fark etmek, evlere, eşyalara yukarılardan bakabilmek olmamalı!.. Olmamalı da acaba ne olabilirdi, mübareklerin istediği?” diyerek o farklı mekânı dolaştı, tefekkür etti durdu.
Bir şey daha dikkatini çekmişti İbrahim’in: Görebildiği kadarıyla; hiç haşerat yoktu, gübre, hayvan pisliği, çürük kötü kokular da yoktu. Sinek, sivrisinek, yılan çıyan da… Öğle namazını müteakiben Botan Çayı’nın bir ilahi söyler gibi durmaksızın akan şırıltısı, rüzgârın kayalara çarparak çıkardığı kalpleri hoplatan sesini duyduğunda tüyleri diken diken oldu: “Acaba bu tılsımlı sesi mi fark etmemi istedi hocam?” Bunun kime ne faydası olabilirdi ki? Bütün bir ömür boyunca, hayat yürüyüşünde, her tabiat hadisesini ve bitmez tükenmez harikulade sesleri dinleyenlerin, hissiyatının anlaşılmasını mı istiyordu acaba?
Sonsuz olana, müthiş olana, her şeyin üzerinde olana ulaşabilmek, O'nunla irtibata geçebilmek için inzivaya çekilmemize, dağların en tepelerine çıkmamıza veya deryaların kıyılarına inmemize lüzum var mıydı? Her gün önünden geçtiği ve hatta dokunmaktan kaçındığı dikenli bir çalı dahi olsa ona ibretle bakmayı mı öğretmek istiyordu. “Kâinatı oku” emrinin altında yatan hakikat neydi acaba? DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.