Her sözde nasîhat var! Her nesnede zînet var!

A -
A +
İsmail Fakirullah hazretlerine tam teslim olan İbrahim’in aklı fikri hep hocasındaydı...
 
 
Tabiatla baş başa, meyve ağaçlarının arasında bir evde yaşamak, rüzgâr esintisiyle uyuyup kuş sesleriyle uyanmak… Tarladan toplanan sebzelerle, kümesten alınan yumurta ile karnını doyurmak… Dağların tepesinden aşağılara bakmak… Kuzucukların peşinden koşmak… Uzun uzun yürümek, dağda taşta görünmeyenleri görmek, onların dilini öğrenmek miydi asıl maksat?
İrili ufaklı gölleri, kıvrım kıvrım akan nehirleri, çayları, çam, meşe ve ceviz ağaçlarıyla kaplı ormanları, kır çiçekleri, şelâleleri, alabalığı, tavşanları, keklikleri, yenebilecek yaban otlarını, eşsiz görüntüsüyle Kal’atül Üstad Tepesi ve tabiatı yeniden keşfetmek için yazın atlarla veya piyade, kışın kızaklarla yol almak, manevi iklime giden yolları maddi yerlerde mi bulmamızı istiyordu?
Kendi rehberliği eşliğinde Kal’atül Üstad Tepesi’nin görünmeyen yüzünü, bilinmeyen köşelerini keşfedecek, irili ufaklı göllerinde, derelerinde, gürül gürül akan nehirlerinde, yeşilin bütün tonlarının hâkim ormanlarında, yüksek kartal yuvalarında, zengin çiçekler derlemek, çeşitli meyveler toplamak, kuşlarla uçmak, kuzularla hoplayıp zıplamak, kelebeklerle pervane dönmek, atlarla yarış, boğalarla dövüş, develerle yürüyüşler yaparak bu muhteşem yaban hayatına şahitlik mi etmemizi istiyordu acaba? Hocamızın hakiki mânâda istediklerini anladığımda; ben de bana kâfi olurum” deyip çıktığı yerden indiğinde akşam güneşi çoktan dağların ardında kaybolmuştu.
Her sözde nasîhat var!
Her nesnede zînet var!
Her işte ganîmet var!
Mevlâ görelim neyler?
Neylerse güzel eyler…
                                         ***
                  İBRETLİK ÇEŞME HADİSELERİ
İsmail Fakirullah hazretlerine tam teslim olan İbrahim’in aklı fikri hep hocasındaydı, onu düşünüyor, onun gibi olmak için elinden geleni yapıyordu. Arkadaşlarıyla, kendiyle ve bilhassa zamanla yarış hâlindeydi. Onun mübarek nazarlarına muhatap olmak, aynı mekânı paylaşmak, bir hitabetine mazhar olmak için bir dediğini iki etmiyordu. Bütün dünya bir tarafa, hocası bir tarafaydı. Şu beyitler diline pelesenk olmuştu: "Uzun söze ne hacet; onlar çok çok büyükler!
Anlayamaz onları; bizim gibi küçükler!"
Bir duvar dibinde kendi hâlinde ders çalışıyordu İbrahim. Birden sokaklarda köpekler, havlayarak koşuşmaya başladı. Bir uğultu duyuldu, çatırtı ve gümbürtü, köpek havlaması, at kişnemesi ve çocuk bağrışmaları birbirine karıştı. Sesler uzaklaşınca iki kişinin konuşmaları seçilmeye başlandı. Kulak kabarttı.
Davudî, müşfik bir ses anlatıyordu durmadan: “Büyüklerden birine sormuşlar; ‘Efendim, bu yolu nasıl öğrendiniz?’ o da; “Duvarcı ustasından” diye buyurmuş. Herkes bu cevaba şaşkın bakarken: ‘Evet’ demiş, ‘yanlış anlamadınız; duvarcı ustası…’ dedim. 'Bir gün bir sokaktan geçiyordum, bir usta ve çırağı duvar örüyordu. Usta elini uzatıyor, çırak tuğlayı eline veriyor, usta dönüyor ve duvarı yükseltiyordu. Ustanın eli boşaldıkça çırak da eline bir tuğla daha bırakıyordu.’ Demem şu ki, elini ve kalbini boşaltır ve talep edersen doldururlar! Mesele, elini boş tutabilmekte, bu da kolay değil…” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.