Onun nazarları, âdeta bir ok gibi insanın içine işlerdi!..

A -
A +
Öyle delici bakardı ki; muhatabının içini kanatır pek acıtırdı da...
  İsmail Fakirullah hazretleri, durumu şöyle izah etti: - Bak İbrahim’im! O atlı adam sana nahak yere zulmetti. Bir kelime de olsa ona karşılık veremedin. Allah’a havale ettin. Zalimin zulmü; hocana kadar uzandı. Gayret-i İlahiye dokundu, Allahü teâlâ zalimi cezalandırdı. Şayet onun zulmüne karşılık verip ona bir şeyler söyleyebilseydin, ödeşecektiniz. Susmakla büsbütün mazlum oldun. Bense “git bir şeyler söyle de, adamın başına bir felâket gelmesin” diye göndermiştim. Sizi ödeştirmek için uğraşıyordum, maalesef muvaffak olamadım! - Hata ve kusur benim hocam! - Takdir-i ilahi İbrahim’im! Takdir-i ilahi… Yanı başımızdan fırlayıp geçen bir taştan, üzerimize gelen bir beygirden kıl payı kurtuluşumuz, üstümüze düşmeyen daldan kaçışımızı tam anlayıp izah edemiyoruz. O tehlikeler olmuş gibi kelimelerimizle acı vermeye devam ediyor. İçimizde şuursuzca gezinen o acı, yine şuursuzca akan gözyaşları olup akıyor. Kalbimizin duvarlarına tutunarak yürüyen nice acılar, zamanla yerini merak ve cevapsız suallere bırakıyor. Kalp acılara direnirken değişik ses ve görüntülere maruz kalan beynimiz, gelişimini tamamlayamayan araz çocuklara dönüyor da farkında bile olamıyoruz diye düşünüyordu İbrahim…                     ***               ÇEŞME -2- Hava güneşlik, sabah erkenden bütün talebeler medresedeki yerlerini almış, hocalarını bekliyordu. İbrahim’in beklemesi daha farklıydı. Hasret, muhabbet ve heyecan dolu bakışları hep kapıdaydı. Onu görmeden, sözlerine muhatap olmadan edemiyordu. Gece boyu hep hocasını düşünmüştü. Uykusu onunla, rüyaları, akla gelebilecek her şeyi onunla dolsun, taşsın istiyordu… Bahçeden girer girmez ilk hareketlenen İbrahim oldu, onunla birlikte bütün talebeler de ayağa kalktı. Selam verdi, sonra zifirî karanlık sonsuzluğa gömülü neftî bakışlarını İbrahim’den yana devirip evet yanlış değil devirip öyle baktı ki; içi ürperdi. Çünkü onun; uzun bir mızrak gibi, ok gibi, yeni bilenmiş hançer gibi, ne sayarsan say insanın içine işlerdi nazarları. Öyle delici bakardı ki; muhatabının içini kanatır pek acıtırdı da. O iki tılsımlı silah siz; ister göz deyin, ister başka bir şey… İşte o iki şahane göz ona döndüğünde olan olurdu. Büyük bir şeyin gürültüsüz, patırtısız toprağı sarsması gibi bir şey hissederdi. Daha oturmamıştı ki: - İbrahim! - Efendim hocam! - Çeşmeden taze su getir. - Peki hocam. - Lakin o atlının akıbeti gibi bir hadise olmasın! - Peki efendim. - !!! Neden sonra; “derse başlayalım” dedi İsmail Fakirullah Hazretleri. Ortalık loş olduğu hâlde gözlerini kapatıp annesinin yüzünü elleyen bir bebek gibi gezdirdi, titreyen elini kitapların üzerinde… Tıpkı her derse başladığında yaptığı gibi. Aklı başka yerde, eli aradığında; önce bir başka sevdiğinin hediye ettiği “siyah deri kaplı” dediği Mushaf-ı şerifi buldu, sonra ve sessizce hafızlardan birine uzattı. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.