Dersten çıktılar, ayakları onu bir yere çekiyordu...

A -
A +
 İbrahim’i dövmeye kalkışan talebeler; kendisinden defalarca özür dilediler..
 
Gürültüyü duyan medresedeki bütün talebeler avluya üşüşmüşlerdi. İsmail Fakirullah hazretleri şefkat, merhamet dolu bakışlarını talebelerden İbrahim’in üzerine dikti ve tane tane başladı anlatmaya:
“Dokunmayın İbrahim’e! Allahü teâlâ ezelde herkesin rızkını ayırmış ve üzerine ismini yazmıştır. Bu arkadaşınız çeşmeye gittiğinde, bize ait olan su daha yoldaydı, o bizim rızkımızı bekledi. Allahü teâlâ bir gaflet verdi, unutturdu. Ne zaman bizim su çeşmeye geldiyse, o zaman hatırlattı. Dolayısıyla, o gittiği zaman dolduramazdı; çünkü o rızık bize ait değildi. Hiç kimse bir başkasının rızkını yiyemez…” deyince İbrahim’e kızıp dövmeye kalkışan talebeler; hocalarından ve İbrahim’den defalarca özür diledi, helâllik isteyerek müsaade alıp oradan ayrılırken İbrahim iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Bütün talebelerin kendine kızmalarına, dövmelerine onlardan ayrı düşmeye üzülmüyorsa da hocasının kendini koruyup kollamasına, mübarek vakitlerini ona ayırmasına fena kahırlanıyordu. Elleri önünde duvara yaslanmış zavallı hâline acıdı. Maneviyat âleminde erişmeğe can attığı makamlara yükselmenin bir bedeli olduğunu defalarca duymuştu, lakin kendine, azgın nefsine sözü geçmiyordu.
Bulunduğu yerden Tefekkür Tepesi’ne doğru baktı. “Galiba beni çağırıyor” dedi. Başı dumanlı dağların duru havası, içine sessizlik ve huzur verse de suyu vaktinde getirememenin üzüntüsünden kurtulamıyordu. Hatta hocası, onun gözünde daha büyümüş zirvesi görünmez olmuştu. İsmail Fakirullah hazretleri; yeryüzünün bütün varlıklı, itibarlı kişilerinin ve bütün iyi insanların en üstün temsilcisi idi ona göre…
Medrese dağıldıktan sonra ayakları onu bir yere çekiyordu. Müdahale etmeden yürüdü. Girdiği yolak onu Tefekkür Tepesi’ne kadar getirmişti. Koca bir kayanın üzerine çıktı. Dimdik durup çevreyi seyretti, yükseklerden. Bir güneşle parıldayan araziye, bir masmavi gök kubbeye baktı hayran hayran. Kayanın altında uzayıp giden tarlada ağustos böcekleri ötüyor, susunca da her yer derin sessizliğe bürünüyordu. Ayaklarının altında memleket toprağı, başının üzerinde masmavi gök kubbe ve kalbinde zamanın bir tanesi… öyle ya daha ne istiyordu?
Ucu sivri yalçın kayalardan havalanmış bir kartal, gökyüzünde sayısız ve sessiz dairelerini çiziyordu durmadan. Gözü bu yırtıcı kuşta, gönlü hocasının söylediklerindeydi. Kartalın duru ve çevik hareketleri onu hayrette bırakıyor, bu kabiliyetine, bu erişilmesi zor kuvvetine imreniyor, bu yükseklerden aşağılara bakmaya, bilhassa yalnızlığına içi gidiyordu. Onun alın yazısı böyle yazılmıştı, acep kendininki nasıl olacaktı?
Kartalın aniden hareketlenip yakındaki bir göle pike yapması ve ağzında uzun bir yılanla tekrar havalanması bir anda olmuştu. Göz açıp kapamak mesabesinde olup bitmişti her şey. “O rızkının peşinde sebeplerine yapışıyor” dedi, göle baktı, su hâlâ dalgalanıyordu. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.