Çeşitlidir cayır cayır yanmak! Mükâfatsa; ebedi uyanmak.

A -
A +
Tillo; büyük gönüller sultanını kaybetmenin derin acısı içindeydi. Bunu bilen biliyordu.
 
 
Numune hayat yaşayan hocasının hatıralarına, emanetlerine nasıl sahip çıkabileceğinin hesabını yapıyordu içinden İbrahim Hakkı.
Aklına gelenlerden mi, yoksa ağır mesuliyetinin farkında olmasından mı ne sadece düşünüyordu. Ve sanki sebeb-i saadetlerinin vefatını hatırlatan her şey ona düşman olarak görünüyordu. 
Vakitsiz, beklemedikleri bir anda zorla koparılıp ellerinden alınmış gibi hissettikleri bu kıymetin değerini bilememe suçluluğu içinde, kabahatlerini görmemek için önüne bakıyordu. Neden sonra;
“Kendimi, kıyamet koptu zannettim” dedi. Acıyla kavruldu, kıvrandı. Gayriihtiyari titredi, derin derin “ah” çekti, gözlerinden yaşlar döküldü!
Bir köşede bir ufak talebe, daha bıyıkları yeni terlemiş, şaşkınca bakıyordu olup bitenlere. Ellerini cebine sokmuş, bir şeyden ürküyor gibi başını omuzlarının arasına çekmiş, kumral ve ince kaşlarını yukarı kaldırmıştı. Zayıf ve hâlsizdi. Solgun çehresi, ruhani ve masum bir beyazlıkla parlıyordu. Bir başka köşede ak sakallı, kara cübbeli bir ihtiyar, hastaymış gibi inliyordu. Yanındaki hafif topluca siyah sakallı molla ona baktı. Bir şey diyecekti, yutkundu, vazgeçti. Onun karşısındaki sarı, uzun boylu, nohudi elbiseli, kuvvetli ve gözleri parlak biri; “Yalan dünya...” deyip ağlıyordu!
O, hâlâ susuyordu. Birkaç sene içinde sanki dünya yeniden kurulmuş gibi değişmişti. Bir an; “Erzurum’a, Hasankale’ye gidiyor...” hayaline kapılıyor ve kapıya besili bir doru tayın çekileceği anı bekliyordu. Ak sakallı ihtiyarın önündeki şık kıyafetli iri yapılı genç, hokka burnunu küçük parmağının tırnağıyla kaşıyarak “Allah’ın bildiği malum bir şey!” diye söylendi; “Lakin kul da bilir ki, artık buralara âlim ayağı basmaz!” diyerek çaresizliğini, bundan sonra âlim yetişemeyeceğini düşünüp üzülüyordu.
Tillo; büyük gönüller sultanını kaybetmenin derin acısı içindeydi. Bunu bilen biliyordu. Bundan daha büyük bir ızdırap, musibet olamazdı ki...
“İsmail Fakirullah Hazretleri vefat etti.”
“Herkes yetim kaldı! Çadırın direği yıkıldı, ipleri koptu, tavan üstümüze çöktü! Sahipsiz kaldık!”
“Evimiz yandı, hepten yıkıldı! Ne kadar ağlasak nafile!” Kısaca herkesin acı çektiği aşikârdı.
İki büklüm kesilmiş İbrahim Hakkı; ondan geriye kalanlarla teselli oluyordu: “Bu dünyada insanların derdi tükenmez; anlatmakla da çaresi bulunmaz. Boyun büküp susacaksın yakınmadan bütün dertlere” diyor, bir nebze de olsa yanan içini ferahlandırmaya çalışıyordu sadece.
 
Çeşitlidir cayır cayır yanmak!
Mükâfatsa; ebedi uyanmak.
                ***
Çok meyustular. İsmail Fakirullah hazretlerinin birdenbire dönüp gelivermeyeceğini düşünen herkes bir çaresizlik hissiyatına kapılmıştı. Bağrı yanık olanlar, artık medresede bir daha eski heyecanın, eski hâlet-i ruhiyenin olmayacağı fikrinde... İbrahim Hakkı’nın hocasına düşkünlüğünü yakinen bilenler ise durmadan yorum yapıyor, fikir üretiyorlardı... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.