Gökyüzünün açık, güneşli olduğu bir gündü...

A -
A +
Firdevs su rengi Bursa ipeği elbisesinin içinde bir masal perisi gibi tebessüm ediyordu...
 
İçeride kimler yoktu ki:
- Aaa Ayşe yengem, Safiye halam, Nazire ezem, Ali Emmim, Molla Muhammed emmim! Ooo bütün sülâle buradaymış meğer… Elhamdülillah efendim!
- Bir İbrahim’imiz eksikti o da geldi.
- Hoş geldi, safalar getirdi.
Bir şey noksandı, kulakları onun güzel sesini duymak için dikkat kesilirken gözleri, kaçamak bakışlarla köşe bucak onu arıyordu. Ağlamaklı, darmadağınık yalnızlığının sesi, ipince bir sızı vardı kalbinin ta üzerinde. Karşılayanları tek tek saydı, biri yoktu yine, en mühimi, uykularını kaçıranı yoktu ve en acısı soramıyordu da. “Firdes’im nerede?”
Halacığı İbrahim’in kolundan tutarak çekiştirdi, yan odayı işaret etti. Firdevs su rengi Bursa ipeği elbisesinin içinde bir masal perisi gibi tebessüm ediyordu. O ilk gece gördüğü gibi taptaze, dipdiriydi. Sadece bütün kalbiyle “elhamdülillah” dedi kendisi bile duymadı ağzından çıkan sesi.
             ***
Gökyüzünün açık güneşli olduğu bir gündü. Şehrin dört bir yanını hasretle gezdi İbrahim: Konu komşu, eş, dost, hısım akrabalarını ziyaret etti. Öğleden sonra pazar yerine uğradı. Her taraf insan ve hayvan kaynıyor… koyun, keçi, sığırlardan geçilmiyordu. Öyle dalmış kendinden geçmişti ki birden gür bir sesle irkildi. Bu kez gökten düşen bir yıldırım tesiri yapmış, iliklerine kadar sarsılmıştı. Unuttuğu meczubu ve sesi ummadığı yerde ve zamanda karşısında görünce anlatılamaz bir tedirginlik yaşadı. Gayriihtiyari küçük bir tahta köprünün altına sığındı. Oldukça iyi gizlendiği yerden meydanda olup bitenleri köylülerin, tüccarların, çocukların ve hatta hayvanların nasıl kendi âlemlerinde rahat edebildiklerine ve onun gördüğünü hiç göremediklerine bir daha şahit oluyordu. O aslında korku ve şaşkınlık içinde derdine derman arıyordu. “İnşallah bu hâlimi kimseler görmez, Firdevs’ime söylemez” deyip bekledi.
İç acısıyla dolu, yaralı, bin yerinden vurgun yemiş bir gönülle hasret ve acılara karşı umursuz olamıyordu. “Gün ışığına, suya hasret bitkiler gibi tatsız ve tuzsuzum...” diyerek, olmadık yerde ve zamanda duyduğu sesteki mesajı çözememenin ızdırabıyla kıvrandığını çaresizliğini anlatmak istiyordu. Halk içinde gülen adam, içten içe tutuşmuş cayır cayır yanıyor, dumanı olmayan alevlerini göstermemeye çalışıyordu.
“Bu zavallı âşık dayanamıyor efendim! Maşuğun evine gidip kapıyı çalmak istiyorum lakin içeriden bir sesin: ‘Çilen dolmadı. Yazman lazım! Boş gelmemen lazım’ demesinden korkuyorum! Çaresizim!”
Bir gönül adamını; buzdan kaleleri olduğu varsayılan, aslında o hayali kalelerinin çok uzağında yaşayan bir güzel adamı düşündü. Bir âlimi; masasının üzerine dökülen hayallerini ve onları âhiret derdiyle sulayıp yeşertmek isteyen mahzun bir genç âlimi düşündü. "Daha hamsın, çook ham!" dedi, acı acı tebessüm ederken. Kısılan gözleri normal hâline dönmeden: "Bir an evvel piş, hem de çok! Çiğ olmamalısın ama hiç" diye ilave etti. Uslûbunun aksine daha ciddileşerek; "sen hasretlik çektin mi, gurbet nedir bilir misin? Sen hiç yandın, kavruldun mu ki; pişmekten bahsediyorsun” diye soruveriyordu nefsine İbrahim Hakkı... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.