Avazı çıktığı kadar haykırsaydı herkes ayağa kalkardı!..

A -
A +
 
 
O canı gibi sevdiği artık bu fâni dünyada yoktu ve aslında hiç olmayacaktı...
 
 
Elleri titredi aklına gelenlerden. Ölmüş biricik hanımı için “Allahım, bunlar bir rüya olsaydı” diyesi geliyor lakin ilmi bu kadar kedere müsaade etmiyordu. Şöyle avazı çıktığı kadar bir haykırsaydı herkes ayağa kalkardı. Kolunu uzatıp yardım için bir el bekleseydi, eli boşlukta kalacaktı. Hiç kimse el uzatmayacak, susarsa söz, konuşursa söz olacak; “pek, içine kapandın” diye suçlayacaklardı belki de. Hatta “en yakınım” dedikleri suskunluğunu kaldıramayıp sırtını dönecekti kim bilir! Daha da dibe, en dibe batacaktı ama onun kalbindeki yeri ne yaparsa yapsın değiştiremeyecekti. Her yağmur yağdığında o taze tümsekteki toprak kokusunu içine çekecekti; onun kokusuymuş gibi… o varmış gibi olacak, gözlerini açtığında yanında olmadığını, ellerini tutamadığını görüp acı hakikate boyun bükecekti. Ama o canı gibi sevdiği artık bu fâni dünyada yoktu ve aslında hiç olmayacaktı. “Nur içinde yat gece gözlüm…” dedi, kabrin başından ayrıldı İbrahim Hakkı Hazretleri.
İnsanın sol tarafında hiç geçmeyen bir sızı bırakan acıydı ölüm acısı. Hayatta hocasından sonra duyduğu en ağır üzüntüyü yaşamak kolay değildi. Bir daha hiç böyle bir acı yaşamayacağını düşünüyordu ta ki bir büyük ölüm acısı daha çekene kadar. Bir müddet sonra geçti gibi gelse de, hiç geçmeyen bir yaraydı o içten içe kanayan.
Şöyle buyurmuşlardı hocası bir gün: “Bahar gelmekle taş yeşermez oğul. Toprak gibi yumuşak ol ki sana da bir Muhammedi güneş hüzmesi gelirse Muhammedî feyizler bitsin, halk olsun, kök salsın, büyüsün, çiçeğe dursun, meyve versin! Oğul hep kederlenme; edip eyleyen Hakk teâlâdır! Oğul her işin başında de ki: BİR GÜZEL EYLEYEN VARDIR…”
“Âmennâ hocam! Rabbim neylerse güzel eyler” dedi, tövbe etti şimdiye kadar düşündüklerine…
           ***
Erzurum’a, Hasankale’ye geleli ne kadar zaman geçti tam bilemiyordu. Daha doğrusu ayları, yılları saymaya ihtiyaç duymuyordu.
İşte kış bitmiş yeni bir bahara daha merhaba demişlerdi. Kırkını geçmiş nice tanıdıkları hastalanmış, niceleri vefat etmiş ve niceleri de evlenip ev bark kurmuş, çoluk-çocuğa kavuşmuştu. Bazılarının romatizması azmış… Buraların hastalıkları saymakla tükenmezdi ki...
Bahar güneşi bütün sıcaklığıyla karları buzları eritiyor, aylardır yuvasında çöreklenip yatan bütün yılanları, çıyanları uyandırıyordu. Toprağın yeniden gençliğe kavuştuğu bu mevsimde, hava, kuş cıvıltıları ile beraber çocuk çığlıklarıyla doluyordu. Her yerde; dağda, ovada, çayırlarda, bağlarda, bostanlarda hayatın bu iki zıt yüzünü yan yana görmek mümkündü. Bir tarafta gençler, kuzucuklar oynaşıyor, kuşlar uçuyor; diğer tarafta ise yaşlı hastalar, yorgun, üşümüş, bir deri, bir kemik kalmış iskeletlerini güneşte ısıtmakla meşguller…
Hayat dediğin de nedir ki; acılarla tatlıların iç içe olduğu, doğrularla yanlışların çarpıştığı, güzellerle, çirkinliklerin yarıştığı, zenginle fakirin bir arada yaşadığı ölüm kalım mücadelesi değil miydi?
Boyla, soyla olunmaz adam.
Bir sarsıntıyla çöker mi dam?
DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.