Niçin böyle sebepsiz yere hırçınlaşmışlardı bunlar?

A -
A +
Bilmediğimiz bir kötülüğümüz mü olmuştu da intikam alıyorlardı? Neydi bunların derdi?   Arkadaşına moral veriyordu: - Sen onu düşünme, ben anlatırım her şeyi anana! O da insan, anlar herhâlde! - Anam üzülür, biliyorum! - Sen ananı merak etme de ayağa kalmaya çalış! - Üff! Kız, bir an evvel eve gitmeliyim! - İşte ben de ona gayret ediyorum! - Biraz daha geç kalırsak bir de anamdan dayak yerim!.. Burası dağ başı mıydı? Bizi ne sanmışlardı? Niçin böyle sebepsiz yere hırçınlaşmışlardı bu insanlar? Bilmediğimiz bir kötülüğümüz mü olmuştu da intikam alıyorlardı? Neydi bunların derdi? Yol boyunca bu suallere cevap aradı Nene. Zaman zaman Züleyha ile de paylaştı hissiyatını. O da, makul cevaplar veriyordu aklınca. Ona hiç; “seni niçin dövmediler? Benden ne farkın vardı da kurtuldun?” demedi. Sanki onun da dayak yemesini istiyormuş gibi yanlış anlaşılacağından korktu. Yürüdükçe yüzünün rengi de morarıyor, koyulaşıyordu. Nene, âdeta kuru çalılara dönmüştü. Sesi ve gülüşü de öyleydi. Bu musibeti kolay atlatabilmek için ailesine anlatabileceği makul hikâyeler kuruyordu kendince. Kafası, bu çeşitten şeylere bir hayli çalışırdı. Şimdi, arkadaşı meşgul olsun, oyalansın diye ona bir yayla hikâyesi anlatıyordu. Sürüler öbek öbek kırlara çıkıyor, kuzular meleşiyor, köpekler hırlaşıyor, boğalar güreşiyordu hikâyede. Yüzlerindeki tedirginliği; mal davar, koyun kuzu muhabbeti siliyordu. Nene, uydurduğu hikâyeyi anlattıkça Züleyha’nın yüzünde bilinmez bir tebessüm şekilleniyor, çabuk kayboluyordu. Nene, eve vaktinde gelmediğinden dolayı annesi Zeliha Hanım pek telaşlanmış, onu aramaya çıkmış, bulamayınca da geri dönmüş, korku dolu gözlerle beklemişti. Biricik evladının üstü başı toz toprak, yüzü gözü kanlar içinde geliyor görünce de feryat edip; “bu ne hâl yavrum?” diyerek koşmuş, sarılıp ağlamıştı. Ana yüreği böyleydi. Şimdi de o yavrucuğunun üzerine titremiyor muydu? Annesine böyle görünmek istemese de hadisenin örtbas edilmesine mâni olamamıştı. Züleyha, her şeyi olduğu gibi anlatmış, gizli saklı bir şey kalmamıştı. Meğer, bu belayı başına getirenler; analarını göndermiş; “Senin kızın var ya o bacaksız, boyundan büyük işlere kalkışmış, tek başına Ermeni çocuklara ‘kâfirler’ diyerek hakaret etmiş, saldırmış! Bu komşuluğa yakışır mı? Bizim pehlivana; habersiz vurup dövmüş! Hâlâ yataklarda ölüm, kalım mücadelesi veriyor! Kız değil, canavar! Terbiye et, edemezsen birileri onu terbiye eder!” diye tehditvari söylenmiş, çekip gitmişler. Ermeni kadınların bu şikâyetleri üzerine Nene’nin anneciği; yana yana ağlamış, ne kanlı yaşlar dökmüş meğer. Bu hadiseyi, babasına ve bilhassa dedesine duyurmamışlar hiç. Anneciği; önce kanlarını silmiş, elbiselerini değiştirmiş, ballı süt içirip yaralarına kabak boynuzundan tere yağla macun yapıp sürmüştü. Hiç kıyamadığı yeni tülbendini çıkarıp sarmış, sarmalamış, bir müddet baygın gibi uyumuştu. Ermenilerin başlarına bela olacağını, Osman Bedreddin’den, ablasına söylerken duymuştu. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.