Osmanlının işi masum insanlarla değil, onların zalim idarecilerleydi

A -
A +
 
 
Ermenilerin yaptığı hakaretin, tecavüzün, zulmün, şiddetin haddi hesabı yoktu.
 
Onların düşman olmalarının iki sebebi vardı. Biri papazlarından, diğeri de Ruslardan kaynaklanıyordu. Okumuş, münevver Ermeni ahalisinin kitleler hâlinde Müslüman olmasına hiç tahammülleri yoktu. Böyle bir şeyi asla kabul edemiyorlardı. Hafız Osman Bedreddin; krallarına, büyüklerine, papaz ve ruhbanlarına kafa tutan bu şanslı ve aynı zamanda da kararlı insanları düşündü. Bunların hiçbirine zor kullanılmamış, bir şey telkin edilmemiş, misyonerler gibi propaganda da yapılmamıştı. Zaten ‘zorla güzellik’ olmayacağını herkes biliyordu.
Ama onlar, o merhametten nasiplenmemiş zalimler cebirle, baskıyla halkına kan kusturuyor, kendi tebaalarını bile hayvan yerine koyuyorlardı. Osmanlı’nın işi masum insanlarla değil, işte bu zalim idarecilerleydi.
“Düşmanın hepsi de aynıdır” diyen Osman Bedreddin, senelerdir ruhunu zenginleştiren içinden çıktığı Osmanlı toplumunun bir ferdi, naçiz bir kulu, hizmetçisi olduğunu düşündükçe âlemlerin Rabbi’ne hamd ediyor, daha bir huzurlu oluyordu. İşte bu asil millete kurulan tuzaklara hayıflanıyor, dost görünüp arkadan vuranları gördükçe, duydukça da içten içe kahırlanıyordu.
Düne gelinceye kadar at sırtında, huduttan hududa koşmuş, dolu dolu hizmet etmiş bir ecdadı vardı. Vatana, millete hayırlı evlatlar bırakmak için çalıştığını ve bu memlekette kendisi gibi tarihinin büyüklüğünü, mazisinin şerefini, dedelerinin şanını bilmeyen, inkâr eden, milliyetinden uzak ve hatta utanan hiçbir insanın olmadığını düşünerek yürüdü.
Şirin evciğinden uzaklaştıkça da hayallerine bir o kadar yaklaştığı zannı içindeydi. Küçük bir yaramazın heyecanıyla dağlar, tepeler aştı. Zaten aşinası olmuştu bu yolların, gözelerin başında soğuk sular içti, abdest aldı, memleket meselelerini düşünerek nasıl vaktin geçtiğini anlayamadı bile. Zaten yol boyunca muhacirleri görünce de iyice kendini kaybediyordu. Kalbindeki bitmez tükenmez acıları bastırarak, içindeki fırtınalarla boğuşarak ablasının evine kadar geldi. Misafirler için ayrılmış odaya geçti. Her taraf tamtakırdı. Bütün eşyalar toplanmıştı. Basit tahtalardan, derme çatma yapılmış sedirlerden birine uzanıverdi. Kısa zamanda ne kadar da çok şey yaşamıştı. Hadiseler onu daha bir olgunlaştırmış, hayatını değiştirmişti.
Zihnini meşgul eden en son haberlerden ne yapsa da kurtulamıyordu. “Bir çıkış yolu olmalı” diye söylenerek hep çareler düşündü durdu...
Daha düne kadar kapı komşusuydular. Birlikte herge, tırpana, megele gittikleri köylüleri gitmiş, tanımadıkları, bilmedikleri iki ayaklı canavarlar gelmişti sanki. Kısa zamanda buna nasıl muvaffak olmuşlardı?
Aynı memleketten olmalarına rağmen Ermenilerin yaptığı hakaretin, tecavüzün, zulmün, şiddetin haddi hesabı yoktu. Osmanlının mutlak adaletiyle hayat bulan bu azınlık; sebeb-i saadetleri Türk milletine, din ve devlet adamlarına karşı sinsi bir isyan başlatmış, konak, medrese ve câmilerin camlarını kırmış, resmî dairelerin bayrak ve flamalarını parçalamışlar… DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.