Yiğit Mehmet’i karşısındaymış gibi hissiyatını döktü, durdu...

A -
A +
Ne çok seviyormuş... Daha iki gün dolmadığı hâlde hasretliği şimdiden burnunda tütüyordu.   Çoğu insan bu zeki kuşlardan nefret ediyordu, niçin? Ölü hayvanları parçaladıkları için! İyi ya çirkin kokuları, görüntüleri ortadan kaldırıyorlar diye memnun olunacak yerde, kargalara laf atmak da insanoğlunun “noksanoğlu” olduğunu göstermiyor muydu? Peki başka niçin kargalara karşı bir hasmane durum vardı? Niçin olacak; keskin, kavisli gagaları olduğu için! Bir de ötüşleri ürpertici, kaba bir kahkahaya benzediği içindi herhâlde! Böylesine “kuş beyinli” diyemeyeceğimiz bir beyne sahip olmak, onları kötü yapmaz; tersine kuşlar âleminin harikulâdesi yapardı diyordu. Hiçbir günahı olmadığı hâlde tabiattaki en nefret edilen canlı gözüyle bakılan, hep kötülüklerin sembolü, pek sevilmeyen, uğursuz, çirkin bir kuş olarak vasıflandırıldığından dolayı mı ne, insanı korkutan bir hâli vardı sanki kargaların.  Bir bedduâ, bir lanet akla getiren kargalar, hiçbir yerde de pek hayırla yâd edilmemesine hem kızıyor, hem de üzülüyordu Nene.  “Karakarga” denildi mi, yanında ölüm ve günah da boy gösteriyordu sanki. Aynı zamanda uzun yaşamasından ötürü; tecrübeyi, hiyerarşi olmadan birliği, beraberliği, zor şartlara dayanmayı da sembolize etmiyor muydu? Karakarga, insan hayatına bambaşka şekilde girdi ve her ne kadar da kötülüğün sembolü olduysa da alacakarga öyle değildi. Hasretliği bitiren, kavuşmayı haber veren gaklamasıyla dillere düşmüş, gönüllerde yer etmişti. Tam bu hissiyat içindeyken iki alacakarga kendine has sesleriyle kapının önünde birbirlerine kur yaparak ötüşmeye başladılar. Nene Gelin bir müddet onları seyretti. “Saksağan! Hey saksağan sana diyorum! Misafir mi? Mehmet’im mi gelecek? Yoksa Hasan Dadaşımdan bir haber mi var acaba?” derken daldı, o unutulmaz hayallere yeniden... Ne çok seviyormuş... Daha iki gün dolmadığı hâlde hasretliği şimdiden burnunda tütüyordu. İçindeki onca kalabalığa rağmen yalnız kalmıştı hepten… “Meğer ne çokmuşsun bende” diye fısıldadı. Yiğit Mehmet’i şimdi “Asker Mehmet, KAHRAMAN MEHMETÇİK” olmuştu. Karşısındaymış gibi hissiyatını döktü, durdu: “Sen askere gittiğini sandın değil mi Mehmet’im? Maalesef ben de öyle sanmıştım… Ama hayır, hiçbir yere gitmemişsin… Her şeyinle yanımdasın, giden sadece bedeninmiş. Mehmet’imi sevdalı yapan o emsalsiz ruhun bende, kalbimin en güzel yerinde, bütün ihtişâmıyla kalmış, elâ gözlerin de gözlerimde… Kokun, sesin, nefesin içimde, hasretin de… Bütün varlığınla bende kalmışsın, ben ise sensizliğin, yalnızlığın içinde…”  Mehmet Abdullah’ı devreye girince akan sular dururdu. Başka bir şey onun yerini tutamazdı. Yine öyle bir hâl üzerinde, neler söylemiyordu ki: “Şahan bakışlarının karasında şimdi zifirî karanlık gecelerim… Susuşlarının sessizliğinde engin hayallerim… Duyulmayan feryatlar biriktiriyor ipe sapa gelmez gönlüm… Soğukla, yağmurla yarışıyor gözyaşlarım… DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.