Meçhul akıbetine ağladı sessiz ve derinden...

A -
A +
Evlerinin bulunduğu yer yüksekçeydi. Bu yüzden fazla rüzgâr alıyor, pek ısınmıyordu.   Birkaç aylık Nazım’ıyla annesinin şefkatli kucağına sığınmışlardı. Üşümemek için ne varsa üzerine giyinmiş, kül rengi ihramına bürünmüş, kendi eliyle ördüğü yeni yün çorapları da çifter çifter ayaklarına geçirmişti. Gelin olduktan sonra ilk defa evine ve eşyalarına ehemmiyet vermiyordu. Her taraf dökünük, yine kendi eliyle dokuduğu halı yastıklar, minderler de yer yer kirlenmişti. Oysa temizliğe, tertip ve düzene ne kadar dikkat eder, gözünden korurdu onları. Hasan abisinden yadigâr direkte asılı mavzere gözleri takıldıkça uykusu hepten kaçıyordu. Yalnızlık, uzun kış geceleri uzadıkça uzuyordu. Dört duvar arasını seyrede seyrede; nerede ne olduğunu baştan sona ezberlemişti. Büyük, küçük çatlaklar, tavan tahtalarındaki su lekeleri, direklerdeki budakları, duvarlara asılı halı, kilim desenlerini, buz tutmuş camları; isteseydi eliyle koymuş gibi gözü kapalı sayar, yerlerini gösterebilirdi… Nene ve ailesi bir tuhaf olmuştu Erzurum'a geleli. Küçük Nazım'ı uyanınca yüzünde açan gülücükler, gamzelerinde kaybolurdu Nene'nin. Cana yakın, hoş sohbet babacığı gitmiş; her şeye çabuk sinirlenen, uzun süre sakinleşemeyen biri gelmişti. Beli iki büklüm olmuş, ak sakalıyla orada burada ailesinin nafakasına destek için elinden geleni yapıyordu yine de. O da yaşından umulmadık bir mukavemet içindeydi. Dağ köyünden, yaşıt olduğu evinden zorla getirilmişti. Alışkanlıklarını terk etmek, evini barkını, çiftini çubuğunu hepten unutmak kolay olmuyordu. Burada, işi pek zordu. Evlat acısına, emanetlerini de ilâve edince iki büklüm olan beli, bir kat daha bükülüyor, ahlanıp duruyordu kendi kendine! Oysa o kabuğuna çekilip, sadece ibadetle meşgul olmak, ahirete iyice hazırlanmak niyetindeydi. Hüseyin Efendi “Ne umuyorduk, ne bulduk” dedi, meçhul akıbetine ağladı sessiz ve derinden. Evlerinin bulunduğu yer yüksekçeydi. Bu yüzden fazla rüzgâr alıyor, pek ısınmıyordu. Ama bu hâli dile getirip şikâyet eden de yoktu. Hep ayazda dolaşan muhacirlerin, bilhassa gençlerin, çocukların rengi de gittikçe esmerleşiyor, koyulaşıyordu... Anne, iskelete dönmüştü. Düğünlerde konu komşuyu ağlatan o güzelim yanık sesi gitmiş; gırtlağı kuru çalıya takılmış yapma gül gibi devamlı hırıldıyordu. Oldum olası olmayacak hikâyeler uydurur, zevkle ve sahiymiş gibi de anlatırdı etrafındakilere. Aklı bu çeşitten hayali şeylere çalışırdı. Şimdi, çocuklar meşgul olsun, canları sıkılmasın diye de Tekgöz hikâyesini anlatıp duruyordu... Tekgöz denilen heyulanın önünden sürüler, onları takip eden dişleri kanlı canavarlar geçiyordu öbek öbek, dinleyen çocukların yüzlerinde bu korku karışımı merakı görmek mümkündü; asırlık ağaçları köklerinden söken fırtınalar, bütün kederlerini alıp Kafdağı'ndan öteye savuruyordu. Boyları tavana değen, bilekleri bükülmez delikanlılar, tek elleriyle iki Rus’u alıp havaya kaldırıyor, kol taşı diye suyun öbür tarafına fırlatıyordu. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.