"İçim yanıyor ana! İnsanın evi gibisi var mı?.."

A -
A +
"Doğru diyorsun kızım… Hem evi hem eri olmalı! Yoksa hayatın ne manası olacak?"
 
Nene Gelin “Nene! Kız Nene! Sonsuzluğun derinliklerinden çağırıyorum hadi gel!” diye bir ses duyar gibi oldu irkildi. Abisi Hasan Pehlivan’ın sesine benziyordu, lakin buralarda, bu vakitte işi neydi, sonra o ölmemiş miydi? Karabasan mı görüyordu? Uykuda da değildi ki! Kulakları çınlıyor, gözleri kararıyor, başı dönüyordu. Kendini pek fena hissediyordu. Bütün bu olanlar bir insanın hayatını bitirmek için yeterliydi ancak o ölmemişti, kalbi hâlâ “küt küt” atıyor, kulakları en sessiz sesleri bile duyuyor, gözleri bir kedininki kadar hassastı. Kalbi, bir gün köyde, bir gün kışlada, her dem tabyalardaydı. Hayatını geçirdiği evi, kim bilir hangi Urus’un, Ermeni’nin elindeydi. O tek başına, kadın hâliyle mücadele verirken, birileri gelip babalarının malı gibi bedevadan oturuvereceklerdi. Harbin kanunu belki de buydu. Takdir-i ilahî; bugünleri yaşaması, görmesi lazım geliyordu ki, şimdi de o acı hakikatleri yaşıyordu.
Hızla evine döndü. Yol üzerinde çarşaflı, ihramlı kadınlarla karşılaştı. Fakat ne onlar buna, ne de bu onlara selâm vermeden herkes kaçarcasına kendi doğrultusunda yürüdü. Kendi dertleriyle hemhâldiler. Demek sıkıntıları çok büyüktü ki, kimse kimseyi görecek hâlde değildi.
Belki de böylesine kederli, gözü yaşlı bir genç kadını görmekten korkmuşlardı. Nene’nin yüzündeki ifade karsısında âdeta felakete uğramış̧ gibiydiler. Yürüyen mevtaydı sanki. Kendini ölüme terk etmiş birisi için ne söylense azdı.
Karmakarışık hislerle evinden içeri girdiğinde anacıkları seccadede duâ ediyorlardı. Belli ki namazlarını kılmışlardı. Başka ne silahları vardı iki ihtiyarın? Bütün cümle Ümmet-i Muhammed’e gözü yaşlı duâ etmekten maada…
- Gurbette olmuyor olmuyor! Alışmak da zor, alışamamak da!
- Ne bu hâl kızım? Kendi kendini yiyip bitiriyorsun?
- İçim yanıyor ana! İnsanın evi gibisi var mı?
- Doğru kızım… Hem evi hem eri olmalı! Yoksa hayatın ne manası olacak?
- Bir kadını tek başına marabalığa bile almazlar! Bize tarlasını kiraya verecek adam demez mi; “Kim ekip biçecek bu tarlayı? Toprağı işleyecek hayvanın, yeteri kadar adamın var mı?” diye sormazlar mı?
- Lobiye, mercimek, nohut, fiğ kökleri üzerinde ne kadar dik kalır?
- Onu bilmem de ağaç; kök üstünde durur ana.
- Nene Kızım, arkamız yoktur ki bizlerin! Elbet horlanacağız birçok yerde!
- Osmanlının, Osmanlıdan maada dostu yokmuş, bir daha anladık!
- Ne arar! Dünya bir tarafta biz bir tarafta kızım!
- Acaba bir daha huzur ve saadet dolu baharı görebilir miyiz?
- Ümitsizlik caiz değil evladım!
- Dert söyletiyor ana! Ah ah!
Mevzu bahardan açılınca herkes bir hoş oldu. Salya sümük ahlandılar… Ah bir bahar gelse de canlansa toprak! Çimen, karışımı çiçek ve toprak kokusu ne kadar da hoş olurdu bu memlekette. Hele bir de kırlarda meleşen kuzu sesleri, kuş cıvıltıları… Hayalleri bile insanın içini ısıtıyor… DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.