Babasıyla ilk defa geldiği o bayram sabahını hatırladı...

A -
A +
Arı kovanı misali önünde sağa sola koşuşturan bunca insanı seyrederken aklına neler gelmiyordu ki...
 
Beyazın hâkim olduğu Fevzipaşa Caddesi gittikçe kalabalıklaşıyor, kalabalıklaştıkça da pamuk yığını görünümlü kar kümeleri basılıyor, esmerleşiyordu.
Mihrimah Sultan Hanımefendi’nin kendi hususi akçeleriyle yaptırdığı câmi-i şerîfin kemerli bahçe kapısından, elinde boya sandığı yerine, bugün başka bir paketle çıktı Ali. Gözü gittikçe artan hareketlilikte, belli ki kafası bambaşka bir âlemdeydi.
Bir kenarda durdu. Üzerindeki karları silkeledi. Yırtık ayakkabısının ucuyla yeri kazır gibi yaptı, sonra aklına ne geldiyse vazgeçti. Gayr-i ihtiyari yorgun başını yukarı kaldırdı. Kar yağışı durmuştu. Sisler içinde sivri, kurşuni minarelerin belli belirsiz hayâline takıldı. Kaç asırdır İstanbul'un yedi tepesinden birini süsleyen bu ata yadigârı câmi-i şerîf, ibadete açıldığı ilk gün gibi hâlâ dolup dolup boşalıyordu. Üzerinden kaç kış, kaç yaz gelip geçmiş, ne acı, tatlı hatırlara şahit olmuştu. Pek derinlere daldı gitti. Kocaman kavuklu âlimlerin, dervişlerin, beylerin, paşaların kol kola geçişlerini seyreder gibi oldu. Bunlar da nereden aklına gelmişti? Belli belirsiz gülümsedi, acıklı hâline. Tarihî filmlerden hatırladığı eski insanları düşündü, bir de şimdikileri… Kim bilir kaç senedir bu câmi hep böyleydi.
Babasıyla ilk defa geldiği o bayram sabahını hatırladı. Ne de çok sevinmişti. Anacığı akşamdan banyo yaptırmış, yeni iç çamaşırları ve elbiseler giydirmişti. Câmiye erken gidebilmek, yer kapabilmek için nasıl da uykuları kaçmıştı. Her şey daha dün gibiydi, sıcak ve taze...
Arı kovanı misali önünde sağa sola koşuşturan bunca insanı seyrederken aklına neler gelmiyordu ki. Kimi ihtiyar, kimi genç, şişman olanlar, zayıflar, esmer, beyaz, sarışın, uzun boylu, kısa boylular, eski elbiseli, yeni kıyafetli olanlar, sakallılar, bıyıklılar… Elinde olmadan; “Ne kadar da çeşitli insan var bu şehirde” kelimeleri dökülüverdi dudaklarından.
Biricik babacığını hiç unutamıyordu. Annesinin hep “Şahan bakışlım” dediği zeytuni gözleri, inci gibi sıralı dişleri güldüğünde huzur saçar, gönlünü ferahlandırırdı. O hayattayken kendinde tarifsiz kuvvet buluyordu. Biliyordu ki; babacığı dağ gibi arkasındaydı. İki damla inci gibi yaş dökülüverdi soğuktan kızarmış yanaklarına. Edirnekapı kabristanında annesiyle her cuma uğradıkları tümsek, gözünün önüne geldi, ürperdi elinde olmadan. Nasıl olur, bir kalemde en sevdiğini silip atmak, unutmak? Nasıl?.. Nasıl?..
Sonu gelmeyecekmiş gibi hıçkırıklar düğümleniverdi boğazında...
Yakındaki okula koşuşturan çocukların bağrışmaları, üzerinden uçuşan martı çığlıkları, sabahın hafif rüzgârı ile derin bir uğultu hâlinde her tarafa yayılıyordu... İnsanların işine geç kalma telaşı, satıcıların naraları, bütün renkleriyle hayatı hatırlatan taksi konvoyları sisli havanın esrarını daha bir artırıyordu. Karlı dağlar gibi yükselen asırlık kubbeler, gittikçe netleşiyor, sokaklardaki dağınık gölgeler, çocuksuz parklar, hapşıran ihtiyarlar, açılan kepenkler, oradan oraya kaçan kediler, yeni bir günün çoktan başladığının haberini veriyordu. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.