Tekrar kucaklaştılar! Gözlerinden yaş gelmeden ağlıyorlardı!..

A -
A +

"Gece yola çıkma! Sabah namazını da kıldır, cemaatle helâlleş, bana söylediklerini onlara da de, öyle git canım Hocam..."

 
Atına atladı tam dehleyecekti ki; çoktan beri görmediği Çakımetler’in Mahmut Efendi çıkageldi. Sanki, vücut diliyle “Nereye gidiyorsun Lütfü Hoca? Bizim kavlimiz böyle miydi?” der gibi bir hâli vardı. Konuşmadan “Hadi cevap ver...” diyor, öylesine yüzüne bakıyordu. Köyde sevip saydığı, hususi olarak şakalaştığı, mertlikte, sözünün eri olmakta üzerine olmayan bir dosttu. Samimi, içten, candan arkadaştı. Ne sağa gidiyor, ne sola, ne de sual soruyordu, sadece önünde canlı bir abide gibi dikili duruyordu. Omuzlarına attığı paltosu, vücudunu yarı yarıya kapatabiliyordu. Belli ki asıl gizlediği başka şeyleri, bununla örtmeye çalışıyor, kamufle ediyordu. Omuzları geniş, kolları kuvvetli ve bunların üstünde, göz oyuklarına kor sokulmuş bir kafa... dik duruşuyla kahraman edası vardı… Zihninden daha neler geçiyordu Lütfü Hocanın? Kızgınlık karışımı muhabbet dolu Mahmut Efendinin ateş saçan gözlerine bakamıyordu. O hâliyle, öte dünyaya mensup olanların heybetini taşıyor, bu fani âlemin işlerine artık metelik vermiyor gibiydi.
Her şeyi bildiğini tahmin ettiğinden, attan indi, gidip kuvvetlice sarıldı, sarstı arkadaşını:
- Sadece tek bir sualim olacak Mahmut Efendi! “Sor…” der gibi bakıyor, fakat dünya kelamı etmiyordu hâlâ. O da konuşmasına devam etti: “Allah aşkına doğru söyle; sen benim yerimde olsaydın yine kalır mıydın?” Sadece, “Hayır!” manasında başını salladı. Devam etti Lütfü Hoca, içinden geçenleri söylemeye: “Bak Mahmut Efendi; sizleri ne kadar sevdiğimi, sizin de bana aynı hissiyatı beslediğinizi yakinen biliyorum. Şahsıma hakaret edilseydi ve o yüzden köyden ayrılsaydım NEFSANÎ düşünmüş olurdum. O da Alvarlı Efe’nin talebesine, Hasan Baba’nın müridine yakışmazdı. Bilmeyerek, istemeyerek de olsa İslâmiyet, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâ’at, itikadımız söz konusu olunca artık duramazdım! Dursam yüzlerine bakamazdım! Hocalarım, “Biz seni ne diye yetiştirdik? Yazıklar olsun!” der, beni talebelikten ebediyen tart ederlerdi. Pek mahcup olurdum. Hem Koçkanslılar da ısrar edip duruyorlardı “Bize gel…” diye. Mevsim de şartlar da tam zamanı. Üzerimde köyün hakkı da kalmadı zaten. “Bunda bir hikmet var…” diye düşünüyorum benim can arkadaşım, müsaade et gideyim. Senden ve bilhassa bize muhabbeti olan konu komşulardan tek istirhamım; bu işi uzatmadan, “hiç olmamış” gibi davranmanızdır. Nahoş şeyler duyarsam, işte o zaman hepten yıkılırım…” deyip susunca, tek cümle etti:
- Gece yola çıkma! Sabah namazını da kıldır, cemaatle helâlleş, bana söylediklerini onlara da de, öyle git canım Hocam...
Tekrar kucaklaştılar! Sadece, yaş gelmeden ağlıyorlardı!
          ***
Konuştukları gibi sabah namazına gitti, vazifesini noksansız ve hiçbir şey olmamış gibi yaptı. Yasin-i şerifi okuduktan sonra cemaate döndü, bütün hissiyatıyla, içinden geçenleri izah etti. Yunus Çavuş “Ah Hocam ah! Belimi kırdın, yoksa ben yapacağımı bilirdim…” dedi, ahlandı. Onlar da hak verdi ve helâlleştiler. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.