Bir fikir ve gönül adamıydı. Dostumuzdu; ağabeyimizdi. 31 Aralık 1988'de arkasında on binlerce sevenini, binlerce talebe ve cild cild eserlerini bırakarak ebedî âleme göçtü...
Seyyîd Ahmet Arvasî Bey’le tanışıklığımızın başlangıç tarihini tam hatırlayamıyoruz. 1980 senesinin biraz öncesi veya biraz sonrası olmalı... Fakat gıyabî tanışıklığımız üniversite talebeliğimizin başlangıç yıllarına tesadüf eder. Türkiye, kargaşa ve şiddet hareketleri ile çalkalanıyordu. Her biri bir yana savrulan ülke insanı, bir şeylerin peşindeydi. İşte ümitsizliğin bir karabasan gibi cemiyetin üzerine çöktüğü o günlerde kitapçı vitrinlerinde bir eser gördük: Kendini Arayan İnsan. Herkesin bir şeylerin peşinde olduğu bir zamanda muharrir, aslında insanın kendini aradığı haberini veriyordu. Küçük ama kuvvetli bir eserdi. Bunu bir ikinci kitap takip etti. İnsan ve İnsan Ötesi. Burada da insana kavradığı dar madde ölçülerinin ötesinde mutlak hakikatin varlığı hatırlatılıyordu.
Okuyanın beynini zonklatan mezkûr tefekkür mahsulleri üzerine dikkatlerimiz bu imzaya yöneldi. İsminin başındaki “seyyîd” kelimesi. Sevgili Peygamberimizin, sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, mübarek soyundan geldiğine delalet ediyordu. “Arvasî” ise aile ismiydi. Onun babası da Abdülhakîm adında bir zat idi ama akrabalık dışında Seyyîd Abdülhakîm Arvasî hazretleri ile bir münasebetleri yoktu.
Ahmet Arvasî Bey, bu eserleri kaleme aldığı dönemlerde 'Balıkesir Necati Eğitim Enstitüsü meslek dersleri öğretmeniydi. Bu mektepte enstitüye ismini veren insanın dünya görüşünün aksine dînine ve vatanına bağlı tertemiz gençler yetiştiren değerli fikir adamı, 1950 öncesi Köy Enstitülerinin yıktıklarını tamire çalışıyordu. Henüz kendisini görmemiştik. Ancak ders anlatmaktaki dirayeti ve talebeye tesir kudreti İstanbul'a; bizlere kadar ulaşıyordu. Balıkesir'de bir hayli sene mektep içinde mektep vazifesi gördükten sonra Osmanlının kuruluş zamanından hâlâ izler taşıyan Bursa'ya tayin oldu. Bu tarihî beldemizdeki Eğitim Enstitüsünde öğretmenliğinin yanı sıra idarecilik vazifesini de deruhte etmişti. Eğer hafızamız bizi yanıltmıyorsa İstanbul gazetelerine günlük yazılar yazması da bu zamana rastlar. Böylece O, sınıfta kendisinden feyz almaya gelmiş genç insana saf kaynaklardan en mücerred malumatı tattırıyor; onu mutlak hakîkat ve ebediyet keyfiyeti ile yüz yüze getiriyor; mektep istikametinde bir şaşma ve sapma olmasın diye idareci olarak yerini alıyor, gazete ile de fikirlerini bütün memleket sathına yayıyordu. Muhatabı daha ziyade yurdumuza komünizmi getirmek için korkunç bir dehşet salan gafillerle ortaya canlarını koyarak dişe diş mücadele veren temiz vatan evlatlarıydı. O, kavgadan kitaba fırsat bulamayan bu gencecik insanların kalplerini doğru îmân bilgileri ile besliyordu. Ancak hizmetleri bununla kalmıyor; konferansları ile de salonlar dolusu insana kendini; kendinde kendi üstün kıymetlerini kaybetmiş olana derdini, dâvâsını ve çaresini izaha uğraşıyordu.
Yazdıkları ve anlattıkları basit siyasî çekişmeler değildi. Parti kavgaları yerine sistem ve medeniyetler muhasebesi yapıyordu. Ama günün moda rüzgârı ihtilalci sosyalizmin muhalifi olması marksist-lenininstlerin ona kin beslemeleri için yetiyordu…
Bu sırada naklini İstanbul Fikirtepe Eğitim Enstitüsüne aldırtmıştı. Sınıfta, gazetedeki köşesinde, konferanslarında komünizmin ne kadar çürük ve sahte olduğunu izah ve ispat ederek insanlığın baş belası bu hayat tarzının ipliğini pazara çıkarıyordu. Talebeleri ve sevenleri Erenköy'deki evini doldurup boşaltıyorlardı. Bu hizmetleri, Ahmet Arvasî Bey’i büsbütün kara Iisteye aldırttı. Onun fikirlerinin kaynağına düşman parti, iktidara gelmişti. Bu partinin âdeta birer militan olan Millî Eğitim Bakanları Ahmet Arvasî Bey’i öldürülsün diye taşraya sürdüler. Göndermeye güç yetmeyince arkasına suikastçılar takıldı. O mahallelerin kurtarıldığı berbat günlerde aylarca evinden dışarı çıkamadı. Hükûmet, can güvenliği teminatı vermiyordu.
Bir fikir ve gönül adamı olan Seyyid Ahmet Arvasî Bey'le müşerref olmamız işte o günlerde oldu. Ateist marksistlerin memleket ufkunu karartmaya uğraştıkları günlerde o; bir dâvâ adamı olarak bu karanlığı yırtmaya çalışıyordu. Mücadelesi hem komünistlere karşıydı hem de onların planlı bir şekilde kullandıkları bölücülere karşı. Artık emekli olarak sırf kalemi ve sohbetleri ile hizmet ediyordu. Bir gün radyonun 13 haberlerinde kendisinin MHP merkez karar organına seçildiğini öğrendi. Böyle bir talebi olmadığı hâlde dostu Alparslan Türkeş emri vaki yapmıştı. Bundan bir müddet sonra da 12 Eylül Askerî Müdahalesi oldu. Adı geçen partinin merkez yönetiminde bulunduğu için nezaret altına alınarak Mamak Askerî Cezaevine kapatıldı. Hapis yattı. Beraat ettikten sonra Cağaloğlu'na indikçe lütfedip bize uğradığı da olurdu. Bu güzel sohbet anlarında anlattıklarından birini unutamayız. "Mamak'ta demir kafese konarak maymun teşhir eder gibi teşhir edildik" dedi.
Seyyid Ahmet Arvasî, karakaş, karagöz, parlak siyah saçlı, uzun boylu, yakışıklı ve belagati kuvvetli bir insandı. Kendisini kaybettiğimizde sadece sabah namazından sonra tıkırdayan daktilosu değil sevdikleri de öksüz kaldı.
Vefat haberi üzerine on binler Fatih Camii’ne aktı...
Bu yazı 30 Aralık 1996 tarihinde Türkiye gazetesindeki Entellektüel Boyut sütunumuzda yayınlanmıştır.