TÜRKÇE’NİN İSTİKLALİ

A -
A +
Hiçbir lisan, arı yani yüzde yüz saf olamaz. Diller, canlı varlıklardır. Temasta olduğu diğer dillere kelime verir ve kelime alırlar. Gelen kelime, o milletin hançeresinde millîleşir. Bu bizde de böyle olmuştur. Aldığımız kelimeyi yerlileştirmişizdir. Şu var ki; dışarıdan kelime almak demek lisanı başıboş bırakmak, kapıları açıp istilaya razı olmak demek değildir. Türkçeye dair kayıtsızlık, Ses Bayrağımız’ın düşmesiyle neticelenir. Lisan, vatandır. Dil, kaybedilince din de vatan da kaybedilir. Asırların birikimi zengin bir Türkçe’nin iffetini korumak başka, öz Türkçecilik diye arı dil illetine müptelâ olmak başkadır. Birincisi İstiklâl Mücadelesi, diğerleri dilde ırkçılıktır. “Osmanlıca” diye bir dil yoktur. Dedelerimizin lisanı, Osmanlı Türkçesidir. Osmanlıca olması için Osmanlı Milleti diye bir milletin var olması gerekirdi. Garpçılık, Türkçülük, İslamcılık gibi Osmanlıcılık ve bununla beraber telaffuz edilen “Osmanlı Milleti” 19. asrın ikinci yarısına ait mefhumlardır. O dönemde devlet gemisi çatırdadığı için her münevver kendi zaviyesinden bir kurtuluş çaresi bulma derdindedir. Önceki beş yüz yıllık Osmanlı Tarihi’nde bu tabirler yoktur. Selçuklu ve daha evvelki Müslüman Türklerde de yoktur. Bu mefhumlar/kavramlar, Fransız İhtilâlinin tesirlerinin tezahürüdür. Osmanlı, bir cihan devletiydi. Kelime alışverişleri, küçük devletlere nazaran imparatorluk yahut Cihan Devletlerinde daha kesiftir. Zira imparatorluklar, milletler kaynaşmasıdır. Her millet, kendi örf âdet ve aidiyetiyle gelir ve dini, dili ve geleneğiyle Cihan Devletinin adalet bayrağı altında hayatını devam ettirir. Devlet-i âli Osman, Ulu Osmanlı Devletinde şer’i şerif hukuku câri idi. Bu itibarla teb’a yani “vatandaş”lar, Müslim ve gayr-ı Müslim diye ikiye ayrılır ve vergi ve askerlik gibi mükellefiyetler de buna göre tanzim edilirdi. Bu esas, 1839 Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu’na kadar böylece devam etti. Sonrası, bugünkü sisteme zemin teşkil etti. Padişah, aynı zamanda yeryüzündeki Müslümanların da Halifesiydi. Bu itibarla, O, Türklerin Hakanı, Müslümanların Halifesi ve bütün teb’anın Hükümdarıydı. Padişah, yani Osmanlı Türkiye’si devlet reisi, her üç unsurun da hakkını koruma durumundaydı. Böyle bir devlet yapısı sebebiyle bizde ana devlet ve müstemleke ülke tefrikası olmamıştır. Onun içindir ki ekalliyet/azınlıklar Türkçe öğrenmeye mecbur edilmemiş fakat devletin dili Türkçe olduğundan bütün memâlik-i şâhânede kabul ve rağbet görmüştür. Balkanlar, Orta Avrupa ve Kuzey Afrika gibi coğrafyamızda ağırlıklı dil, Türkçe idi. Osmanlı, aynı zamanda bir medeniyet aidiyetindedir. Latincenin Batı için bir medeniyet dili olması gibi, Arapça da bizde aynı mevkideydi. Batı için Yunanca da Latincenin yanındadır. Bizde de benzer bir yapılanma yaşanmıştır. Esasında bugün de böyledir. Medeniyet çerçevemizde üç lisan mevcuttur. Arapça, Farsça, Türkçe. Geçmiş ilim adamları, bunu şöyle sıralamışlardı: Arapça, ilim dili. Farsça, tasavvuf dili. Türkçe, devlet dili. Arapçayla temas etmeyen Türkçe, ilim vadisinde, Farsça ile temas etmeyen Türkçe de sanat ve edebiyat vadisinde zayıf kalırdı. Osmanlı uleması, Arapça ile kıymetli eserler telif etmişlerdir. Diğer yandan divân şiir tarzını, hat, tezyin ve ebruyu Fars’tan aldık, fakat onları aştık. Hazreti Mevlâna, Anadolu çocuğu olmasına rağmen Farsça yazması geniş kitlelere ulaşma arzusundandır. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin Farsça yazması da bu maksatladır. Cengiz Aytmatov, romanlarını Rusça değil de ana dili Kırgızca ile kaleme alsaydı çok az kimse varlığından haberdar olurdu. “Lisân-ı Osmanî” denilen Türkçe, yazı dilidir. Devlet yazışmalarının, ağır bir üslûbu vardır. Evde, çarşıda, pazarda, sohbette kullanılan Türkçe ise bugünkünden uzak değildir. Bu nizam, aynı zamanda bir vakar, şahsiyet ve muvazene/denge hâliydi. Bunlar, bahsettiğimiz siyasi akımlar ve onların etkilediği edebî akımlarla sarsıldı. Önceki denge kaybolunca yeni kalemler, Türkçeye aşırı biçimde Farsça ve Arapça kelimeler doldurdular. Böylece edebî zevk de fikrî seviye de ziyan gördü. Osmanlının son dönemiyle erken Cumhuriyet’te ise buna tepki gösterildi. Her tepki gibi bünyesinde aşırılıklar vardı. Cumhuriyetin başından itibaren arı dil ve öz Türkçe denerek dilde ırkçılık yapıldı. Hâlbuki diğer taraftan 19. asrın ortalarından 20 asrın ortalarına kadar bir Fransızca sömürge kültürü, görgüsüzlüğü sürüp gitmekteydi. Son 50 senedeyse o sömürge kültürüyle görgüsüzlük, İngilizceyle yer değiştirdi. Türkçeyi Arapça ve Farsçadan kurtardığını söyleyenler, Fransız ve İngiliz sömürge komiserlerine terk etmişlerdi. Bugün Türkçemiz, İngilizcenin tehdidi altındadır. İngilizce tabela, isim ve marka âdeta dokunulmazlığı haizdir. Bir başka dil veya dillerle alışverişte olmak, onları öğrenmek başka, bir dilin hâkimiyetine girmek başkadır. Bugün devletin bin meselesi varsa onlardan birincisi, bu milletin, bin yıldan beri devam edegeldiği Sünni Maturidi İtikad yolundan çıkartmak isteyen İslamın iç yıkıcılarına fırsat vermemesi, ikincisi de Türkçe’nin istiklalini korumaktır. Diğerleri, yani ekonomi vs. bozulsa da düzeltilir. Fakat bu ikisi bu milleti ve bu devleti ayakta tutan sütunlardır. Yerli ve millî nesiller, ancak bu şartlara riayet etmekle yetişir.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.