Kestane kebap, acele cevap...

A -
A +
Bir arkadaşım, uzun yıllar önce yaşanmış bir hadise anlattı…
Bir akrabası Diyarbakır’da iş arıyormuş. Biraz araştırma yaptıktan sonra PTT’ye iş başvurusu yapmaya karar vermiş. Ve oturup PTT genel müdürüne bir mektup yazmış.
Önce kendisinden bahsetmiş. Bu işe niye ihtiyaç duyduğunu anlatmış. Mektubun sonuna da “Kestane kebap, acele cevap” yazıp göndermiş.
Şu anda tahmin ediyorum hep birlikte gülüyoruz ve bu amatör başvurudan bir sonuç çıkmaz diye düşünüyoruz. Ama öyle olmamış. Mektup gönderildikten bir hafta sonra, PTT Genel Müdürü çarşıda mektubu yazan kişinin babasını görmüş. “Bir sürü başvuru var elimizde” demiş. “Ama sırf mektuptaki samimiyetinden dolayı senin oğlunu kabul etmeyi düşünüyoruz.”
Ve o genç uzun yıllar PTT’de çalışıp, oradan emekli olmuş...
            ***
Bu hikâyeyi duyunca içim cız etti. Profesyonel olacağız diye samimiyetimizi nasıl da kaybetmişiz diye düşündüm.
Öz geçmişlerimiz artık ne kadar çatık kaşlı, temkinli ve tedirgin. Tecrübelerimizi kronolojik sıraya sokup, buz gibi satırlar arasında disipline etmeye çalışıyoruz. Bütün enerjimizi pazarlama faaliyetlerine harcıyoruz.
Dakiklik, adanmışlık, takım çalışmasına yatkınlık… Sözlükte ne kadar olumlu sıfat varsa hepsi bizde. Ülke olarak toptan excel uzmanıyız, İngilizcemiz ana dilimizle yarışıyor, öz güvenimiz bulutlara karışıyor.
Bu arada ürün hep aynı ama ismimizin başındaki unvanlar ha bire değişiyor!
Mesela Linkedin’e girip biraz gezinin. İnsanın aklına direkt “Sen ağa, ben ağa, bu ineği kim sağa?” sorusu geliyor. Ortamda yönetici olmayanı dövüyorlarmış gibi bir hava var. “Boş gezenin boş kalfası” bile, kalfayı İngilizceye çevirip unvan olarak “Assistant Master” yazıyor.
İnternete “Mülakat taktikleri” yazın, neler neler çıkıyor!
Bir iş görüşmesinde asla söylenmemesi gereken on cümle… Muhatabın elini sıkarken ne kadar kuvvet uygulanmalı? Göz temasının açısı ne olmalı? Gülerken kaç diş göstermeli? Hangi sektör için hangi renk takım elbise giymeli?
Hepsine çalışıp görücüye çıkıyoruz. Ama taktikle oluşturulan öz güven, yatsı ezanıyla son buluyor işte.
“Şirketimize nasıl bir katma değer sağlayacaksınız?” sorusunun cevabını verirken dudağımız titriyor. Kimse “Şirket falan umurumda değil kardeşim! Ben karnımı doyurma derdindeyim” diyemiyor.
Bir işe girebilenler de daha ilk günden “Acaba atılır mıyım?” korkusuyla yaşamaya başlıyor. Ayakkabı alırken “Biraz giyeyim, sıkarsa değiştiririm” diyemiyoruz. Ama işverenler, deneme süresi içinde canını sıkanları ambalajıyla iade ediyor.
“Sıkıyorsa” itiraz edin. Sözleşme ortada!
Eğitim kâğıt üstünde olunca, iş hayatı da kâğıt üzerinde başlıyor. Diploma şantajıyla okuyup, iyi bir gelecek için öz geçmişimizi rehin bırakıyoruz.
Rızkımıza kefil olunduğunu bir anlayabilsek, zaten nasibimizi yiyeceğiz.
Ama biz maalesef rızık endişesiyle hep kazık yiyoruz!..
 
          Hain kime denir?
 
“Bir günde dört kişi intihar etti” diye bir haber okuyan insanlar üçe ayrılır;
Birinci grup acıyı içinde hisseder, hiçbir şey düşünemez ve kahrolur.
İkinci grup çok üzülür. Bir yandan da izlenen yanlış siyasetten veya hatalı uygulamalardan dem vurup yakınır.
Üçüncü grupsa, ilk önce bu haber kendi görüşünde olmayan kişilere fayda mı sağlayacak, zarar mı verecek diye düşünür. Eğer zarar verecek bir haberse sevinir. Tabii üzülür gibi yaparak.
İşte bu üçüncü gruba “hain” denir.
Dünyanın en bedbaht insanları, bütün değerlerini siyasi görüşünün gölgesinde bırakacak kadar hırslanmış insanlardır.
Hâlbuki insanın kendi yaşadığı ülkeyle ilgili sevinci, korkusu veya öfkesi kişilere bağlı olamaz. Dünya görüşü, menzili beş yıl olan seçim sandığına sığmaz. Tarihi ve coğrafyayı, çok bilinmeyenli bir “nefret” denkleminde sıfırlayanların, bu ülkeye gram faydası olmadı, olamaz.
Allah bizleri, sırf sevmediğimiz insanlar kötü duruma düşecek diye kötü haberlere sevinmekten muhafaza etsin.
Âmin.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.