Biraz da merhamet gerek...

A -
A +

Bugün size, İstanbul'dan Dr. Muzaffer Sertabiboğlu'nun doktorluk yıllarında yaşadığı hatıralarından birini sunacağız... "1956 yılının Ocak ayı... Trakya son yılların en çetin kışını yaşıyor. Buzların mızraklar gibi saçaklardan sarktığı tipili bir gece... Hatta tarihi de tam olarak hatırımda. 6 Ocak'tı... Saat de 02.00'yi gösteriyordu. Gece yarısı tak tak tak kapım çalındı. Gecenin bu saatinde gelen de kim olabilirdi. Ama dedim ki içimden: "Beni kim arar, arasa arasa bir hasta yakını arar." Hemen üzerime birşeyler giyinip kapıyı açtım. Yanılmamıştım. Kapıda bir traktör ve römork yerine traktöre bağlanmış bir at arabası duruyordu. Biraz daha dikkat ettiğimde arabanın içerisinde yatak yorgan ve hemen başında da elinde şemsiye tutan bir delikanlı vardı. Zavallı hasta çok acil durumda olmalıydı ki, buraya bu şekilde getirilmişti. Böyle acil durumda fazla beklemeye gelmezdi. Hemen cevap verdim: -Geçmiş olsun, hemen hastayı içeri alalım. Aldığım cevap biraz şaşırtıcıydı: -Doktor bey hastamız köyde. -Köyde mi? Bu yatakta kim yatıyor öyleyse? -O yatağı sizin için getirdik. Sizi alıp köye götürmek istiyoruz da... -Siz hangi köydensiniz? -Vaysal. -Bu tipide köye nasıl gideriz? -Doktor bey, aha araba, arabada da aha döşek... Girersin yatağa... Oğlum da başında şemsiyeni tutar. Sizi hiç üşütmeden götürüp, üşütmeden geri getiririz. Şu insanların kendilerini hiçe sayarak çektikleri cefaya bakın. Böylesi güzel insanların böylesi çaresiz insanların teklifine hiç hayır denilebilir miydi? Edirne'de de yeniydim. Vaysal köyünün Bulgaristan sınırına yakın bir Balkan köyü olduğunu da bilmiyordum. Hoş, bilsem ne fark ederdi. Demin dediğim gibi, bu insanların o halini gören ve yüreğinde merhamet bulunan hangi doktor olursa olsun, değil Vaysal köyüne dünyanın öbür ucuna bile giderdi. Bu mesleğe yeminli girmemiş miydik? İlk yardım çantamı hazırlayıp paltoma büründüm ve ayağımdaki botlarla arabadaki yatağa gömüldüm. Ver elini Vaysal köyü... Tam iki buçuk saat sürecek bir yolculuğa başlamıştık. Karlara bata çıka, köye vardık. Hastamız 17 yaşında bir delikanlıymış. Solunum zorluğu çekiyor. Kırk derece ateş içerisinde... Terle kaplı yüzünde mosmor dudaklar... Allah kimseye solunum zorluğu vermesin. O da hiçbir şeye benzemiyor... Hastamın sırtını açıp ciğerlerini dinledim. Teşhisi anlamakta gecikmemiştim. Çift taraflı pnömoni yani zatürree idi rahatsızlığı... Orada ilk tedavisini yapıp, reçetesini de yazdım. Aynı şekilde, yorgan döşek tekrar aynı yolu geçerek evime geldim. Edirne'ye geldiğimde sabah çoktan olmuştu... Ama mesai vardı. Mesaiden olamazdım. Bu duyguyla, sabahın saat sekizinde hastaneye giriş imzasına yetiştim. O gün gün boyu halsiz, uykusuz fakat bir delikanlıyı kurtarmanın huzur ve sevinci içerisinde mutluydum. Şimdi o günleri hatırladıkça, düşünmeden edemiyorum. O zamanın insanı, o kıt imkanlar içerisinde nice hastaları kurtarıp, nice insanları mutluluğa boğarken, bugün bu teknik imkanlara rağmen nice insanların hastane kapılarında can vermeleri, ilgisizlik yüzünden ölmeleri acaba neyle izah edilebilir? Demek ki, her şey teknoloji, her şey imkan demek değil... Biraz merhamet, biraz insanlık, biraz da hoşgörü gerek...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.