Kendimizi yitirdik

A -
A +

Eğer 2001'in ortalarında bile, geleceğe yönelik planlarımız projelerimiz olmayıp, geçmişteki güzelliklerimize sığınmak -eskilerin tabiriyle ricat etmek- zorunda kalıyorsak yanlış yoldayız demektir. Benim dedemin veya babamın çalışkan olmasının bana faydası bir dereceye kadardır. Onun dürüst olmasının faydası bir dereceye kadardır. Eğer ben, benden önceki neslimin tüm olumlu yönlerini kendimde taşıyıp, o özelliklere artı birşeyler daha ilave edebiliyorsam gelişmişim demektir. Kaldı ki bizler, bırakın bizden öncekilerin olumlu özelliklerine sahip olmayı, onlardaki güzellikleri birer birer yitirip yok oluyoruz. Bu duygularla, Ankara'dan Dr. İ. Ethem Olgay'ın mektubunu okuyoruz: "Satırlarıma başlarken "Bizi kahreden yitiklerimiz" diye başlık atacaktım. Yitiklerimizi saymaya başladım. Saydım saydım bir de baktım ki temelde bizim olan birşeyimiz kalmamış. Dedim ki, "Kendimizi yitirmişiz be..." Osmanlı'nın o heybetli devirlerinde olduğu kadar, Kurtuluş Savaşımızı kazandığımız zamanların da moral değerlerinden eser kalmadığını görerek hüzünlendim. Bundan altmış, altmışbeş yıl evvelini hatırlıyorum. Şimdiki jet uçaklardan F-16'lardan eser yoktu. Tek motorlu, pervaneli askeri uçakların zaman zaman yüksekten geçişini merakla seyrederdik. Annemin askeri uçağa bakarak heyecanla ellerini açıp, gözyaşlarıyla "Allahım vatan evlatlarımızı koru" diye dua edişi hâlâ kulaklarımda çınlamakta. Yazın Kayaardı bağımıza giderken yolumuz kayanın tepesindeki askeri kışlanın ortasından geçerdi. Bağımızın meyvelerinden askerlere ikram edebilmek ailemi mutlu kılardı. Annemler, hatta yaşlı dedeler bile askere, "asker ağa" diye hitap ederlerdi. Askere ve askerliğe milletimizin apayrı bir saygısı vardı. Babam, ben ufakken "Oğlum askeri doktor olacak" diye heveslenirdi? Ne oldu da bu sevgi ve saygı yerini ilgisizliğe terketti. Ne oldu da böyle bir sürece girildi? Bazen meyve dolu sepeti ufacık koluma geçirip, ıkına sıkına kan ter içerisinde şehre götürüp satmak karşılığında hikaye kitapları almak hevesiyle yola koyulurdum. Kayanın tepesine oturup, efkarla Kayaardı bağlarını seyre dalan askerleri görünce sepetimdeki meyveleri onlara ikram etmek beni nasıl da sevindirirdi. Geçenlerde, kanunsuz yapılmış gecekonduları yıkım esnasında güvenlik için oraya gelmiş jandarmaya taş ve sopalarla karşı koyanların hali yüreklerimi dağladı... Allahım birbirini gördüğünde birbirine heyecanlı duygularla bakan bu insanlar nasıl oldu da birbirleriyle karşı karşıya getirildi? Sonra Tandoğan'daki esnaf mitinginde bazı kişilerin taşlarla polise saldırışındaki nefreti ve vahşeti televizyonlardan izlerken tüylerim diken diken oldu. Altmış yıl evvelki anılarımla gözlerim yaşardı. Çocukluğumdan daima tatlı bir anı olarak hatırlarım. Çarşıda, açıkta, köşebaşında bir kitap satıcısı vardı. Fazla kitap alacak paramız olmadığından bir hikaye kitabı alır, okuduktan sonra başkasıyla değiştirirdik. Kitapçım bu alışverişten kârlı çıkmadığı halde hiç karşı koymaz, aksine mutlu olur, tatlı tatlı gülümseyerek istediğimizi verirdi. Belli ki o, para kazanmaktan öte, okuyana yardımcı olmaktan zevk duyuyordu. Ne güzel insandı o insanlar. Geçenlerde ablam anlattı. İlkokulda iken, okulda yemiş almam için babam para verirmiş. On para, yirmi para, hatta bazen kırk para. Kırk para bir kuruş ederdi ki büyük paraydı... Ben onlarla kalem defter alırmışım. Babam, "Bu kadar nefsine hakim çocuk görmedim, arkadaşları birşeyler yer içerken imrenir diye para veriyorum, o ne yapıyor?" dermiş. Kalemi her zevke tercih etmek ne güzel şey. Esasen güzelliklerin kaynağı, sıradağlar gibi yüce kültürümüzün derinliklerindedir. Dedem, köyden evlatlık alırdı. Onların okumasına özen gösterirdi. İyi okuyan Ali'ye verdiği değere, ona gösterdiği aşırı sevgiye imrenirdik. Vilayetimizde lise olmadığından başka il'e okumaya gönderdi. Ali köyüne gittiğinde yaşlı dedeler bile, "Bu okumuş" diye ona saygı gösterir, baş tacı eder, baş köşeye oturturlarmış. Şimdi gençlerimizin eline tutuşturulan üniversite diplomalarımızın, neredeyse kese kağıdı kadar değersiz hale getirilişi neden? Bizler yolda öğretmenlerimizle karşılaşınca, derhal yol kenarına dizilir, heyecanla hazırol vaziyetinde onu selamlardık. Geçenlerde torunumun okuluna gittiğimde, bir lise öğrencisinin, öğretmenin arkasından, "Heey, Muharrem hoca!" diye çağırdığına şahit olunca donakaldım. Derin derin düşündüm. Sonra haberlerde hocasını döven, bıçaklayan, hatta öldüren öğrencileri hatırladım. Neden öğrenci hocayı dövecek, ya da hoca dövülecek hale geliyor, sahi neden, neden?!.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.