Yılmaz Zafer'in armağanı kırmızı radyo

A -
A +
"Yeşilçam iyice bitmişti. Oyuncu dernekleri, bu tür film tekliflerine psikolojik baskı sebebiyle evet diyemeyen aktörle doluydu. Kınanmaktan çekinmekteydiler. O da işte bu kahrolası duyguları yenmek için mücadele veriyordu..." Karanlık ve serin bir mayıs sabahı... Tan yeri henüz ağarmakta... İstanbul'da Taksim Meydanı hâlâ tenha... Lüks otellerin, gazino ve eğlence yerlerinin birkaç saat öncesine kadar ışıl ışıl yanardöner levhaları çoktan sönmüş... AKM yolunun tamir için yığılmış parke taşların az ilerisi... Sahil yoluna inen bekleme yerinde peş peşe sıralanmış otobüs, minibüs ve taksiler... En önündeki sabahçı çay ocağının küçük merdivenin başında ise hareketsiz bir gölge dimdik durmakta... Bir heykel gibi duran bu silüetin sahibi, Türkiye'nin en ünlü oyuncularındandı... Yılmaz Zafer idi... Oldukça kibar, oldukça nazik ve şendi Zafer Bey. Gericiliğe karşı olduğunu ve bilhassa bununla savaşmak gerektiğini söylerdi. Ama bu sabah bir başka duygular içindeydi. Çünkü şimdiye dek inandığı, savunduğu düşüncelere taban tabana zıt bir yapımcı grubuyla beraberdi... O öyle sanıyordu... Oynamak için kabul ettiği bu film hakkında çevresindekiler kadar belki kendi de şaşırmıştı. Bu rol alışıldık, bildik bir rol değildi... Belli etmese de bu rolden son derece rahatsızdı. O dönemlerde Yeşilçam iyice bitmişti. Oyuncu dernekleri, bu tür film tekliflerine psikolojik baskı sebebiyle evet diyemeyen aktörle doluydu. Kınanmaktan, sözünde durmamakla suçlanmaktan çekinmekteydiler. O da işte bu kahrolası duyguları yenmek için mücadele veriyordu... Bu insanların sanatçıya davranışını, insanlığa hizmet ettiğine inandığı sözde ilerici birçoklarının hareketleriyle kıyasladığında ise şaşırmaktan kendini alamıyordu. İlk artist olduğu günü hatırlamıştı. Daima büyüyeceğini, gelişip, zirveye oturacağını, insanlığa hizmet edeceğini düşünmüştü... Şanına şan, ününe ün katacağı yıllar olacaktı. Ama eyvah ki, sektör dibe vurmuş, işler bıçakla kesilir gibi bitivermişti. Bütün acı gerçek olanca çıplaklığıyla önündeydi. Şimdi, nerelerden çıkıp gelmişse dün yerdikleri, horladıkları bu insanlar, kendisine hiç kabul edemeyeceği bir rol teklif etmişti. Karar vermekte çok zorlansa da istikbalini, hayatın zorluklarını düşünerek kabul etmek mecburiyetinde kalmıştı. Bu, sanatı düşünen bir insan için ölümden daha beter değil miydi? Ne var ki binbir korku düşünce ve vehimle başladığı film çekimlerinde bizlerin ve çekimini yaptığımız filmlerdeki içeriğin farkına varan bu değerli sanatçı, filmin son gününde elinde kırmızı çilek renginde bir çift çalar radyo teyp gelmiş ve demişti ki: -Bu çam sakızı çoban armağanı hediyemi lütfen kabul eder misiniz? -Ama bu? -Lütfen fazla bir şey sorma... İstirham ediyorum. Bu projenin hatırına, sizin hakkınızda yanılgılarımdan kurtulup iç dünyamı düzelttiğinizin hatırına kabul buyurun. -Lütfen Yılmaz Bey! Ben ne hatası, ne yanılgısı düzelttim ki? -Onu ben biliyorum... Almasam fevkalade üzüleceğini hissettim. O günleri ve düşüncesini sordum: "Ragıp Bey, yıllarca ruhumu zapt eden bir kısım güruhun, Avrupalıların naçiz bir kulu, hizmetçisi olduğumu düşündükçe kahrolmaktaydım" dedi ve bir hakikati teslim etti. Düne kadar kendi kendine bile "Türk'üm, Müslüman'ım" demeye sıkıldığını ve bu memlekette kendisi gibi tarihinin büyüklüğünü, mazisinin şerefini, dedelerinin şanını bilmeyen, inkâr eden, milliyetinden uzak ve hatta utanan ne kadar Batı hayranı zavallı olduğunu düşünerek kahrolduğunu anlattı. O filmden sonra bizde bir film daha yaptı. Sonra da... Malum... Eski hayata dönme düşüncesinden çoktan uzaklaşmıştı. > Ragıp Karadayı-İstanbul Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.