Kafkas cephesinde garip bir seyyah

A -
A +
Niğde’nin Bor ilçesinde 1888’de doğan Halil Ataman’ın çocukluğu, çöken bir imparatorluğun son asrına rastlar. İlköğrenimine 1899’da hafızlık öğrendiği Bor mahalle mektebiyle başlayan Halil Bey, okulun resmî okula dönüştürülmesi sebebiyle 1903 yılında rüştiyeden mezun olmuştur. İlerleyen zamanda İstanbul’daki Hukuk Fakültesi’ne girmeye karar veren Ataman, 3 Ağustos 1914’te ilan edilen seferberlik sebebiyle bu projesini gerçekleştiremez. Halil Bey’in Nisan 1915’te başlayan Doğu cephesine şahit olması, bundan tam yüzyıl öncesine, 8 Ağustos 1916’ya dayanmakla birlikte, Ruslara esir düşüp Sibirya’daki esir kamplarının yolunu tuttuğu güne kadar sürmüştür.
Halil Ataman’ın kaleminde Kafkas cephesinde yaşanan bazı hadiseler:
Erzurum’a kadar devam eden bu zor şartlar altındaki seyahat sonrası, Suşehri’ne doğru yol alan kafilenin karşılaştığı manzara oldukça ilgi çekicidir: Karşımızda Suşehri’nden öküzlerin çektiği kağnılar geliyor. Bir de ne görelim! Her kağnının üzerinde elbiseleriyle yatırılmış ve başlarıyla bacakları sallanan beş-altı asker cesedi… Ürpertici ve korkutucu bir manzara, sanki beynimizden vurulmuştuk; soramadık bile bu nedir diye. Ancak arabaları sayabildim. Bir, iki, üç… Sekiz, evet tam sekiz araba dolusu asker cesedi… Karşılaştığımız manzaradan donmuş bir şekilde Suşehri’ne girdik.
Narman köyü. Kasabanın girişinde kocaman ve insan cesetlerinden oluşan bir yığın, 80 belki 100 metre uzunluğunda bir ölüler tepesi görülüyor. Bu ceset yığını 2.500 veya daha fazla babayiğit askerlerin cesetlerinin üst üste atılmasından meydana gelen, upuzun bir tepe. Yine aynı yerde 100’den fazla asker ellerinde kazma ve küreklerle elli metre uzunluğunda ve 15-20 metre genişliğinde derince ve daha önceden hazırlanmış çukurun başında bekleşiyorlar. Bu üst üste yığılı cesetleri, bu çukura doldurup üstünü toprakla kapatacaklarmış. Sordum niçin beklediklerini, ‘Alay imamı cenaze namazı kıldırmak için gelecek, onu bekliyoruz’ dediler.
Bu yazımızın nihayetinde söyleyebiliriz ki, üzerinde yaşadığımız toprak parçası, vatanımız çok zor şartlarda kazanıldığı gibi yine çok zor şartlar altında muhafaza edilmiştir. Ata yadigârı bu kutsal varlığın değerini bilmek için daha çok çalışmalı ve yeniden ceddimizin yüksek ideallerine yönelimi düşünmeliyiz... 
          Mahmut Küçükay-Kırklareli Ü. TDE Bölümü Yüksek Lisans 2. Sınıf Öğrencisi
 
 
ŞİİR
 
  Doyuramadık!..
 
Akıl oyunları
Köy çatışmaları
Ve insanlar, insanlar
Gelin ve görün
Göremediklerinizi
Duyun ve dinleyin
Söyleyemediklerinizi
 
Siz, siz yanıldınız
Kuşlar aynı ahenkle uçuşuyor
İnsanlar aynı kelimelerle konuşuyor
Ve karıncalar yine kışlara yemekler
Değişmiyor hiçbir şey
Durun insanlar, durun
Bak yanıldınız
Değişen şeyler gördüm
İnsanlığınıza kış gelmiş
 
              Burhan Vural
 
 
 
TARİHTEN BİR YAPRAK
 
MABEYN: Osmanlı saray ve konaklarında haremlik ve selamlık bölümlerini ayıran dâire. Arapçada “iki şeyin arası” anlamındadır. Sultan İkinci Mahmûd Han devrinden itibaren sarayların selamlık dairelerine “Mâbeyn-i Hümâyûn” denilmiştir.
Dört halife (radıyallahü anhüm) zamanında halktan bir kimse istediği zaman halife ile görüşebilirdi. Emevîler devrinde hükümdara halkın dilek ve isteklerini arz etmek üzere hâcibler kullanıldı. Yine Osmanlı Devletinin kuruluşunda işlerin azlığı sebebiyle padişahlar herkesle teşrifat ve merasime gerek kalmaksızın görüşürlerdi. Devletin büyümesi ve gelişmesi sonucunda saray ve saray teşrifatı ortaya çıktı. Fâtih Sultan Mehmet Han, kanunnameleri çıkartıp teşrifat için maddeler koydurmuş ve “Evvelâ bir arz odası yapılsın. Cenâb-ı şerîfim pes perdede oturup haftada dört gün vüzeram ve kazaskerim ve defterdarlarım rikâb-ı hümâyûnuma arza girsünler” demiştir. Bu duruma göre acele haller dışında vezirler bile haftada ancak dört gün padişahla görüşebilecekti.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.