PEYGAMBER EFENDİMİZİ BÖYLE TANIRLARDI: EL-EMİN

A -
A +

Hazreti Muhammed'in (aleyhisselam) bir tasvirini yapmaya kalksaydık her hâlde “el-Emîn” sıfatını yazmak yeterli olurdu. El-Emîn sıfatı kadar onu tarif edecek, onu resmedecek bir başka kelime bulmak mümkün değildir. Hazreti Muhammed’in peygamber olmadan önce, “Muhammedü’l-Emîn” olarak anılması son derece manidardır. Rasûl-i Ekrem (aleyhisselam) hayatının her döneminde sadece müminlerin değil, düşmanlarının da kendisinden emin olduğu bir şahsiyettir. Mekke’de kendisine inanmayan ve inancını yaymasına müsaade etmeyenler “Ey Muhammed! Sen güvenilmez birisin” diyemediler. Düşünün ki; düşmanın bile güvendiği, her şeyini emanet edebildiği bir kimse olmak ne büyük şereftir.

Öyle ki, vahiy almadan önce Mekke’nin itibarlı ve zengin bir kadını olan Hazreti Hatice, ona tüm kervanını emanet etmişti. Bu durum gösteriyor ki, Allah Resûlü düşmana da dosta da güven veren, özü sözü bir, sadık bir insandı. Daha sonraki hayatında da hâkimliği, komutanlığı, imamlığı, risaleti güven üzerine kuruludur. Kur’ân-ı kerimi ona getiren vahiy meleği nasıl “el-Ruhu’l-Emîn” ise (Şuara, 26/193.), Mekke, Kâbe nasıl “el-Beledü’l-Emîn” ise (Tin, 95/3.), Resûl-i Ekrem de öylece dosdoğru ve emindi. İmam Matüridi  "Hazreti Peygamber, kalpleri fethetmek ve onlar için huzur kaynağı olmaktan başka bir şey yapmadı” derken bunu söylüyordu. O, sadece insanların kalplerine güven ve huzur verdi.             İMAN VE EMANET   Bu durumdan çıkarımla; iman, emanet ve eman/emn-emniyet kelimelerinin Arapçada aynı kökten gelmesi tesadüf müdür? Hiç sanmıyorum, bu kelimelerin birbirleri ile çok sıkı irtibatı vardır. İmanın karşıtı küfür, emanetin karşıtı hıyanet, emnin/emanın-emniyetin karşıtı korkudur. İman, her şeyden önce kişinin iç huzura erişmesini sağlar. Kişi iman ile iç dünyasında güvene erer. Kalbi istikrara kavuşur. Tereddütten kurtulur. Mutmain olur. Zihnindeki fırtınalar diner. Nefis evine döner ve iman etmiş kişi; komşusu, arkadaşları, iş yaptığı kişiler velhasıl herkes için de güvenilir bir sığınak olur. Bu yüzden mümin hem kendisi için güveni bulan hem de başkalarına güven veren kimse demektir. Allah Resûlü “Mümin insanların mal ve can konusunda kendisinden emin oldukları kimsedir” buyururken bu gerçeği ifade etmiştir. Eğer komşum benden emin değilse o hâlde ya ben imanımdan emin değilimdir ya da Allah’ın gazabı beni korkutmaz olmuştur. Çünkü, el-Emîn olan Allah Resûlü şöyle buyurmuştur: "İnsanlara merhamet etmeyen kimseye Allah merhamet etmez." (Müslim, Fedâil, 66.). "Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündeki(ler) de size merhamet etsin." (Ebu Dâvûd, Edeb, 58.).   EMAN YURDU GAYESİ   “Muhammedü’l-Emin”in davası ve tüm hayali, insanlık için bir eman yurdu kurmaktı. Bir gün eshabına hayalini şöyle anlatmıştı: “Allah bu işi kemale erdirecektir. Öyle ki, bir kişi hayvanının üzerinde, Allah’tan başka kimseden korkmadan ve davarını kurt kapmasının dışında hiçbir endişe taşımadan Sana’dan Hadramevt’e gidebilecektir.” Kısa sürede bu hayali gerçek oldu. Hatta kendisinden sonra gelen Müslümanlar Allah Resûlünün hayalini daha öteye taşıdılar. Türklerin İslam dünyasında egemenlik kurmasıyla Anadolu her türlü inanca, her millete sulh ve eman yurdu olarak ev sahipliği yapmaya başladı.   Belki de İslam’ın Anadolu’ya girişi ve hızla yayılmasındaki en önemli etken uçlarda savaşan Alplerin uğradıkları köylerde çiftçinin malına, ırzına, canına tasallut etmemesi olmuştu. Çünkü yerel kaynaklara dayalı bir savaş gücü özellikle köylüler için büyük bir yıkım demekti. Tecavüz, yağma, zorla erkekleri askere alma o kadar sık karşılaşılan bir durumdu ki artık köylüler bunu doğal karşılamaya başlamıştı. Oysaki Müslümanlar girdikleri köylerde kiliselere dokunmuyor, çiftçinin hasadını kaldırmasına yardım ediyor, kimsenin namusuna göz dikmiyordu. Tarihçilerin dediği gibi: Anadolu’ya Müslüman Türklerin gelişi, Bizans ve İran despotizminden halkı kurtarmıştı. Eman yurtlarının en temel özelliği; size sığınmış, sizin egemenliğiniz altında yaşayan halkların dinine, ırkına, inancına bakmaksızın onların sizin tebaanız olduğunu kabul ederek haklarını muhafaza etmektir. Kendisine sığınanı korumak, mazluma gölge olmak, kim ya da kimden olursa olsun adaleti ayakta tutmak Türklerin tarih boyunca en temel yönetim ilkeleri olmuştur. Kutadgu Bilig’de ifade edildiği gibi: “İster oğul, ister hısım, ister yolcu, isler hancı olsun herkes kanun karşısında eşittir, hüküm verirken fark gözetilmeyecektir. Devletin temeli doğruluk ve adalettir. Beyler doğru olursa, dünya huzura kavuşur. Hâkimiyetin esası adalettir.” Yusuf Has Hacip’in ifadeleri ise şöyle: “Adalete dayanan töre ve kanun bu göğün direğidir; töre bozulursa gök yerinde durmaz.” Edward Said "Ancak başkaları ile paylaştığımız vakit evimizi hak ederiz” der. Güvenilir olmak; başkaları için bizi nasıl sığınak kılarsa, güven duymak da bize sığınak olur. Güven; yurtları barış yurdu yapan, devletleri büyük bir güce çeviren, toplumları refaha kavuşturan sihirli bir dokunuş gibidir. İslam âlimleri, dinin beş temel gayesini sayarken sanki güveni merkeze almış gibidir. “Zarurât-ı hamse” başlığı altında “beş temel dokunulmazlık” konusu, İslam dininin temel gayesi olarak ilan edilmiştir: “Din, akıl, can, mal ve neslin güvenliği.” Irk, dil, din, yaş ya da cinsiyet farkı gözetilmeksizin her insanın eşit biçimde sahip olduğu bu güvenlik hakları İslam yurdunu eman yurduna çevirmiştir. Şairler, bilim adamları, tüccarlar ve zanaatkârlar korkmadan, başımıza ne gelir diye düşünmeden bize komşu olmuşlardır.   İSLAM, GÜVENLE YAYILDI   Balkanlara İslam’ı götüren şey toprakların ele geçirilmesi değil, gönüllerin fethedilmesidir. O toprakları görenler, o halkların ne kadar yiğit olduğunu bilir. İslam, bu yiğit insanların gönlüne korkuyla değil; onların canına, malına, ırzına ve inancına eman/güven sağlayarak girmiştir. Fâtih Sultan Mehmed'in Bosna'yı fethettiğinde yaşananlar bunun güzel bir resmi gibidir. Büyük Sultan, Latin papazlara gönderdiği bir fermanda onlara şöyle seslenir: “Ben ki Sultân Mehmet Han’ım. Cümle avâm ve havassa ma’lûm ola ki, işbu dârendegân-i ferman-i hümâyûn Bosna ruhbânlarına mezîd-i inâyetim zuhûra gelip buyurdum ki, mezbûrlara ve kiliselerine kimse mâni ve müzâhim olmayıp ihtilafsız memleketimde duralar. Ve kaçup gidenler dahi emn ü emânda olalar. Gelüp bizim hâssa memleketimizde havfsiz sâkin olup kiliselerinde mütemekkin olalar. Ve yüce hazretimde ve vezirlerimden ve kullarımdan ve reyalarımdan ve cemî’-i memleketim halkından kimse mezbûrelere dahi ve taarruz edip incitmeyeler, kendülere ve canlarına ve mâllarına ve kiliselerine ve dâhi yabandan hâssa memeleketimize âdem gelirler ise yemîn-i mugallaza ederim ki yeri, göğü yaratan Perverdigâr hakkıçün ve-Mushaf hakkıçün ve ulu peygamberler hakkıçün ve yüz yirmi dört bin peygamberler hakkıçün ve kuşandığım kılıç hakkıçün bu yazılanlara hiçbir ferd muhâlefet etmeye. Mâdâm ki bunlar benim emrime mutî ve münkâd olalar. Şöyle bilesiz.” Fatih’in bu davranışı, ne kadar büyük bir devlet adamı olduğunun göstergesidir. Şu cümlelerde de büyük bir devletin kendine öz güveni, vatandaşlarına sahip çıkışı ve tüm inançlara karşı toleransı yok mudur: “Ne padişahlık eşrafından, ne vezirlerden veya memurlardan, ne hizmetkârlarımdan hiç kimse bu insanların onurunu kırmayacak ve onlara zarar vermeyecektir. Hiç kimse bu insanların hayatlarına, mallarına ve kiliselerine saldırmasın, hor görmesin veya tehlikeye atmasın.” Kişinin canının, malının, ırzının ve inancının güvence altına alındığı yere ‘Daru’l-eman’ denir. İşte Allah Resûlü’nün İslam’ın ilk yıllarında gördüğü rüya budur ve bu rüya Çin’den Adriyatik’e kadar gerçek olmuştur. Çünkü buna inanmış devlet adamlarının elindeki güven ve adalet hiçbir şey için feda edilemeyecek iki temel ilke olarak kabul edilmiştir. Yavuz Sultan Selim döneminde gelişen bir olay; İslam’ın hükümdarı ve idare edenleri, bütün tebaayı korumakla ve onlara karşı adaletli davranmakla sorumlu tuttuğunu göstermektedir…   GAYRİMÜSLİMLERİ KORUMA MÜKELLEFİYETİ   Bir gün Yavuz Sultan Selim, Rumeli'de Hristiyan nüfusun çokluğundan ürkerek bunları Müslüman etme düşüncesini açığa vurunca, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi “Mademki, onlar sizlerin emriniz altında yaşamayı kabul etmişler, dinimiz gereği onların can, mal ve ırzlarını kendi can, mal ve ırzlarımız gibi korumakla mükellefiz. Bu yolda onlara cebretmek, dinimize muhaliftir” diyerek Osmanlı Devleti’nin şahsî hak ve hürriyetlere ve özellikle din ve vicdan hürriyetine asla dokunamayacağını açıkça ilan etmiştir. Bugün sorulması gereken bir soru varsa o da şudur: Nasıl ve neden insanların yüreklerindeki güven duygusunu zedeledik? Elinden, dilinden emin olunan Müslümana ne oldu? Ve şimdi bunu nasıl onarabiliriz? Öncelikle güvenilir olmadan güven toplumu inşa etmemiz mümkün değil. Unutmayalım ki, güven kaybı inanç kaybını da beraberinde getirir. Güvenini kaybeden insanlar; topluma, devlete karşı da güvenlerini kaybederler. İnsanın ilişkilerinde güveninin kaybolması, kendisine olan güveninin azalması ve nihayetinde Yaradan’la olan bağlarının zayıflamasına da yol açar. İmanlı bir toplumun yolu güvenli bir toplum inşasından geçer. Bir Müslümanın aradığı, güvenlik toplumu değil güven toplumudur. Komşun senden güvende olmadıkça da bunu inşa etmek mümkün değildir…
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.