Türklerin yolculuğu... Orhun'dan Tuna'ya

A -
A +

Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
osmankemalkayra@gmail.com

Tarıma dayalı yaşamayan Hunlar ve Göktürkler geniş Asya bozkırlarında çadırlarda barınırlardı.
Tarım hayatı yerleşik, kısmen altyapılı ve sistemli bir yaşayış gerektirirken göçebelik sabit-mekân olmaya müsait değildi.
Aslında göçebe hayat tarzı bir tercihten öte mecburiyettir denebilir. Orta Asya’da tabiat şartları zor, çetin ve zayıfları sinesinde barındırmayacak kadar merhametsizdi. Bu coğrafyada sürekli harekete dayalı bir hayat vardı. Kavimlerin tamamının atlı olduğu bu dönemlerde baskın tehlikesi ve ölüm olağan hâllerden olduğu için, bundan korunmanın yolu da süratle hareket etmeye, göçmeye ve yeni mekânlar bulmaya bağlıydı. Böyle bir toplumun gözleri hep açık, uçan kuştan tehlike sezen, elleri hep tetikte (ok, kargı, yay) olmalıydı. Yönetim iradesinin çok güçlü olduğu böyle bir hayatın temel unsuru bir başa ve töreye bağlı ve kesin itaat gerektiren bir nizamdı.
Mutlak irade, törenin hükmüyle emir verince çadırlar toplanıp, yeni mekânlarda tekrar kurulurdu.
Çadırlar bu hayat tarzının vazgeçilmez mükemmel barınaklarıydı.
Çadırların keçeden ve ıslak deriden yapılan dış yüzeyi âdeta mantolama sistemi görevindeydi. Bu kurgu iç ısıyı muhafaza ederken dıştan gelen soğuğu da önlerdi. Kolon ve sütun görevini yüklenen ağaç iskelet karkas gibiydi. Isıyla işlem görmüş ve eğriltilmiş bu iskelete diğer ahşap malzemeler ve atkılar raptedilirdi. En tepede kubbe tekerleği bulunurdu. Atkılar bu tekerleğe bağlanır ve girişte kutsal kabul edilen eşik yer alırdı.
Çadırlar kısa bir sürede kurulabildiği gibi bir tehlike anında yarım saat gibi bir sürede toplanabilirdi.
Her ailenin bir çadır kurucusu vardı. Tabii ki bu çadır kurucu genelde baba olurdu. Ailenin diğer fertleri de babaya bu işlemde yardım ederdi. Zamanla evlenip kendi çadırını kuracak olan erkek evlatların her biri çadır ustası olarak yetişirdi. Çadır kurma işinde kız evlatları ve anneleri de bu eylemden uzak zannetmemelidir. Özellikle anneler mükemmel bir çadır ustası olarak yetiştikleri için “Yuvayı dişi kuş yapar’’ atasözü de çadır kültürüne dayanır.
Zemini sulak olan araziye, engebeli yerlere, mezar yakınlarına ve orman içlerine çadır kurulmazdı. Bu göçebe yapılaşma mutlak kurallara bağlı olup oba halkının kabul edebileceği ve kimsenin hayat hakkını zedelemeyecek bir sistemdi.
Adına çadır, yurt, bark veya ev denilen bu pratik yerleşim birimi, Şamanist akideye mensup olan Türklerde kutsal bir mekân olarak kabul edilirdi. Şamanizm’in ibadethane geleneği olmadığı için çadırlar ve özellikle de çadır direği ayrı bir önem arz ederdi. Çadır direğine tırmanan Şaman, insanlarla münasebetini kesip ruhlarla ve gök ile temas kurduğuna inanırdı.
Şamanist ve diğer paganist inanışlardan “Kök Tengri’’ inanışına geçen Türklerde çadır yine önemini korurken çadır direği ve eşik dinî bir hüviyeti olmasa da sosyal değerini korumaya devam etmiştir. “Evimin direği’’ deyimi günümüzde de kullanılmaktadır.
Çadır kültürü tabiatın korunmasında çok hassastı. Bu topluluklar tabiatla iç içe oldukları için çevreye son derece saygılı yetiştirilirlerdi. Çocuklukla gelişen bu tabiat sevgisi, onunla barışık olmanın ve onun sinesinde barınmanın getirdiği bir nevi şükran duygusu gibiydi. Atlarla sürekli akınlara giden Türklerde bu hayat tarzı askerî sisteme de uygundu. Moğol imparatoru Cengiz, savaşan çerilerin yerleşik hayata geçmesine izin vermezdi. Rahata alışan savaşçılar cenk şartlarına uyum göstermekte zorlanırlardı.
Ayakları toprağa basan bu insanlar tarımla uğraşmasalar da, altlarına serilmiş bu geniş bozkırların sinesinde çok mutluydular.
Zamanımızın şehir insanları ise toprağı yok sayarak beton bloklarla toprağı âdeta toprağa gömmüş ve gökdelenlerle ondan uzaklaşmış, kısacası aslî unsuruna ihanet etmiş, bu yüzden de stres, bunalım, buhran, depresyon ve adına ne denilirse bütün ruhi sıkıntılarla karşı karşıyadır. Sonra da bir sürü ilaçlar ve meditasyonlarla iç huzuru ve rahatı arayan metropol esirleri, yeşilin ve mavinin gözünün önüne serdiği estetik boyut ve bir ciğer dolusu temiz havanın yerini tutmayan bu işlemlerle avunur dururlar.
Allahü teâlânın kullarına lütfundan bahşettiği güzelliklere ve nimetlere ihanet eden insanlık, öyle görülüyor ki bunalım sarmalına giderek daha çok batacaktır.
Çadırlarda barınıp ömrünün çoğunu at sırtında geçiren Türkler, Şamanist ve diğer inanışlardan sonra İslamiyeti seçince giderek yerleşik hayata da adım atmaya başladılar.
HHH
İslamiyetin kabulü ile ülkeler fethetmek yerine inançları gereği ülkeleri İslam’a davet misyonundan yola çıkan atalarımız, cihat ruhunun ve zaferlerin daimî seyyal ve seyyar (akıcı ve gezen) bir ordunun varlığına bağlı olduğuna inandılar.
Oğuz Kağan’ın “Takı taluy takı müren-Kün tuğ bolgıl kök kurıkan” (Daha çok deniz daha çok ırmak-Güneş tuğumuz gökyüzü kubbemiz osun) vasiyeti doğrultusunda “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi”ni benimseyerek ordu-millet ruhunu dirilttiler. Bu coşku ile üç kıtada ayak bastığı yerlere çil çil kubbeler saçtılar. Katran dolu karanlık geceleri İslam’ın nuruyla aydınlattılar.
Girdikleri yerleri yıkarak, çıktıkları yerleri yakarak hayatları söndüren, çapul ve talan eden Haçlı sürülerine inat, ayak bastıkları yerlere ilâhi nurun feyziyle bereket ve refah hediye eden bu aziz millet, Anadolu’ya girdiklerinde bir çadır konar-göçer topluluğu olan Kayı’dan cihanşümul bir devlet-i ebet-müddet çıkardı.
Tarihin tabii tekâmülü ve Cenâb-ı Bârî’nin lütfu ve ihsanı ile alplar alperene dönüşünce Orhun ve Selenga’dan başlayan bu hareket Seyhun ve Ceyhun’a uzandı. Bunu Dicle, Fırat, Tuna ve Nil nehirleri takip etti. Bu coşkun nehirler Asya, Afrika ve Avrupa topraklarında “Tevhid”e doğru akmaya başladılar.
Türklerin itici gücü üç koldan ateşlenmiştir: Turan, yani dünya Türk birliği ülküsü; sonra güneşin batış anını temsil eden garp ufku boyutsuzluğu olan sonsuz hedef Kızılelma; nihayet bu iki unsuru parantezinde birleştiren “İ’lâ-yı kelimetullâh”tır (Allah’ın ismini bütün âleme yaymak ve yüceltmek).
‘Kızılelma’nın Doğu’daki akınlarının hedefi “İttihâd-ı İslam” (İslam birliğini tesis), Batı’daki hedefi ise “İ’lâ-yı kelimetullâh”tır. Bu ideal Orta Asya’dan fırlatılıp hedefi hep Batı olan kutsal bir oktur. Bu hedefin şümulünde kâinata Allahü teâlânın adını yaymak ve İslam’ın adaletini bu nimete susamış olan gayrimüslim diyarlara ulaştırmaktır.
İslamiyetin hızıyla Anadolu’nun batısına yayılan Kayılar, Osmanlı Devleti’nin kurulmasıyla Avrupa’ya akınlara başladılar. Dalgalar gibi akınlarla zulmün karanlığında boğulan insanlara İslam’ın nurunu sunmayı hedeflediler. Düğüne şenliğe gider gibi akınlara çıktılar. Yahya Kemal’in dediği gibi:
“Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.
“Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle.”
Tuna’dan batıya, daha batıya, ‘Kızılelma’ya, zulmün karanlığını aydınlatan ufka, şafağa doğru asırlarca süren bir koşudur bu…

“Gittim son diyâra ki serhaddidir yerin
Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin.”

Öyle zannolunur ki Yahya Kemal okun hâlâ düşmediği hedefi yani ‘Kızılelma’yı arıyordu.
Artık mukaddes cihada yönelen atalarımız ayak bastıkları toprakları mescit hâline getirdiler. Şair Bâkî’nin “Muhteşem Süleyman” için yazdığı mersiyede

“Aldın hezâr bütgedeyi mescid eyledin.
Nâkûs yerlerinde okuttun ezanları.”

(Binlerce kiliseyi mescide çevirip çan sesleri yerine ezanlar okuttun) demesi bunun açık bir delilidir.
İşte bu cihat ruhuyla yetmiş yaşını aşmış Muhteşem Süleymân, Avrupa içlerinde şehit olurken zannımca bize de bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
Bugün yürütülen Zeytin Dalı Operasyonu da “İttihâd-ı islâm” projesinin en canlı örneğidir. Yani “İ’lâ-yı kelimetullâh” bu aziz millet var oldukça gücünü korumaya devam edecektir.
Bir sonraki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim...

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.