Uluslararası sistem nereye koşuyor?

A -
A +
Dünya sathında sürmekte olan mücadeleleri kendi iç dünyamıza ait hale getirip, dış dünyadan koparınca, sanki çözümleri daha kolaymış gibi görünüyor. Alt tarafı açılım, Gezi, dershane ya da seçim sorunu deyip bir noktada asgari müşterekte buluşulabileceğine inanıyoruz. İnanıyoruz da, bir türlü çatışmaları ortadan kaldıracak uzlaşma aşamasına ulaşamıyoruz; erteliyoruz; unutmaya çalışıyoruz. Sorunlarsa biriktikçe birikiyor ve her gün bir başka fay hattından enerji açığa çıkıyor. Nereden kırılacağız acaba diye düşünmekten önümüzü göremiyoruz.
Oysa Türkiye'nin iç meselesi olarak algıladığımız her şey dünya sathındaki mücadelelerin bir yansıması olarak ülkemize sirayet ediyor. Dünya çalkalandığı için biz de yoğurtlaşıp ekşiyoruz. O nedenle biz nereye koşuyoruz sorusundan önce, dünya nereye gidiyor sorusunu sormamız gerekiyor. Zira kuzeye giden bir trenin vagonunda güneye doğru seyretmemiz mümkün değil. O trenin rotasını tespit edip ona göre tavır almalıyız.
Öncelikle şunu söylemeliyiz ki, siyasal çevremiz 11 Eylül'den bu yana büyük bir paradigma değişimi yaşıyor. ABD'den başlayarak tüm dünyaya uzanan bir revizyon talebi söz konusu. 20. yüzyılda belirlenmiş eski statükonun değişmesi ve yeni bir model kurulması öngörülüyor. Eski statükonun egemenleri ise buna doğal olarak direniyor. Revizyonistler bütün Orta Doğu'yu ve Kuzey Afrika'yı kapsayan, buradan önce Kafkasya ve sonra da Uzak Asya'ya açılacak bir değişim modelini öngörüyorlar.
Bu modele göre sandıktan çıkan değişim talebinin bölge ülkelerinde liberalleşme ve burjuvalaşmayı teşvik etmesi ve kapitalist sisteme eklemlenebilecek yeni pazarların ortaya çıkması bekleniyor. Böyle bir değişim rüzgârının hâlihazırda sistemi kontrol etmekte olan egemen güçleri rahatsız etmesi kaçınılmaz. Onlar da var güçleriyle statükonun devamını sağlamaya, sandıktan çıkanın pek de kapitalist pazar üretme peşindekileri tatmin edecek bir sonuç üretmeyeceğine ikna etmeye çalışıyorlar. İstikrar ve güvenliğin olmadığı bir ortamda serbest pazarın oluşmasının mümkün olmadığını söylüyorlar.
Orta Doğu'nun eski egemenleri eski savaşların da sürmesinden yanalar. İran'ın sistemin öcüsü olarak kalmasını, Türkiye'nin mümkünse pasif bir ideoloji devleti olarak süregitmesini, İsrail'in sistemin merkezinde durmasını ve Körfez krallıklarının petro-dolarlarıyla bölgeyi domino etmesini istiyorlar. Sokakların sandıktan iktidara yürümesi, eski rejimlerin devrilmesi, ABD'de anti İsrail politikaların yürütülmesi statükoyu sahiplenen güçlerde beklenmedik reaksiyonlara yol açıyor.
İsrail ve Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez artık birlikteliklerini saklamıyorlar. İran'ın nükleer olmaktan vazgeçen değil, nükleer silah üretmekte direten bir ülke olmasını tercih ettiklerini açıkça ortaya seriyorlar. Mısır'da laik olduğu söylenen darbeyi var güçleriyle destekleyip, Suriye'de rejim çökerse, ılımlı İslamcılara gitmesin diye El Kaide'yi devreye sokuyorlar.
Sünni Şii ayrımı bir kenara, Sünniler arasında büyük bir kırılma yaşanıyor. Sandık yolunu tutan revizyonist Müslümanlarla, iktidarı ellerinde tutan statükocu Müslümanlar çatışma hâlinde. Şurası çok açık ki, Körfez rejimleri için Müslüman Kardeşler ve türevlerinin ürettiği tehdit, laiklerinkinden ya da İsrail'inkinden çok daha fazla.
Buradan şu sonucu çıkarabiliyoruz. Obama iktidarda kaldığı müddetçe ABD'nin klasik müttefikleri ondan ve politikalarından nefret edecekler. Üstelik statükocuların ABD içerisinde de güçleri oldukça fazla. İran anlaşması, ABD'nin yıllardır kurguladığı klasik ittifak zincirinin kırılması anlamına geliyor. Obama içerideki muhalefeti bastırmayı başarırsa, revizyonistler daha aktif ve güçlü kalabilirler, aksi durumda ise tüm revizyonistlerin ve değişim taleplerinin çöplüğe atılabileceğini söyleyebiliriz. Doğal olarak revizyonistlerin arasında yer alan Türkiye de bundan etkilenecektir.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.