OSMANLI DEVLETİ VE TEDRÎSÂT -I- Mazideki talim terbiye

A -
A +
PROF. DR.OSMAN KEMAL KAYRA
 
Osmanlı’da çocuk 4-5 yaşlarına gelince “Besmele” ve “Âmin Alayı” ile eğitimine ilk adımını atardı. Pedagojik olarak çocuk için yapılan bu merasim, onda büyük bir sevinç ve iç huzuru meydana getirir ve mektep korkusunu yenerdi. “Âmin Alayları” mektebe yeni başlayan çocuklar için teberrüken yapılan bir merasimdir ve bugünkü okul öncesi eğitime tekabül eder.

 

 

 

İnsanoğlu akil olmadan evvel, yani sabi iken, taklitçi ve kendi seviyesinde gözlemcidir. Merak ve yeni şeyler görmek, sabâvet (çocukluk) dönemi için çok önemlidir. Tefekkür olmadığı için tecessüs, objelerle ilgili ve sathîdir. Merak, görünen şeyleredir. Muâkale (akıl yürütme) yoktur.  Seçicilik akla göre değil, göze göredir. Kavramlar çok muğlaktır. Sayı ve renkler obje olmadıkları için genelde 2-2,5 yaştan evvel idrak edilemez. Göz ve obje bağlantısı çocuklarda çok kuvvetlidir.
Çocuk etrafındaki eşya ile bağ kurmaya başlayınca benzetmeler yoluyla eğitime de adım atmış olur.  Bebek, bir maddeyi diğer maddelere benzeterek bağ kurmaya çalışır.  Tasarım gücü olmadığı için, hayal yolu ile çevreyi yorumlamaya gayret eder. Çocuklar belli dönemde resim çizerlerken en çok gördüğü insan figürü olduğu için, bunu resmetmeye çalışır. Boyut ve hareket olmayan bu resimler hep aynı basit görünümdedir.
OSMANLI DEVLETİ VE TEDRÎSÂT -I- Mazideki talim terbiye
 
BEBEKLERDE BENLİK ŞUURU YOKTUR
 
Bebeklerde 22-24 aylık oluncaya kadar benlik şuuru yoktur. Sâhip olmak istedikleri şeyi, sevdikleri için elde etmek isterler.  2-2,5 yaş dolmadan cümleler kurulamaz.  Cümleler ilk kurulmaya başladığında da isimleri ile benlikleri arasında bağ kurmakta zorlanırlar. Aynaya baktıklarında karşıdaki bebeğin kendileri olduğunu anlayamazlar. “Ben geldim” yerine “Ayşe geldi” derler. Çocuk bu yaş sınırına gelinceye kadar devamlı bilgi birikimi yapar. Bu yüzden onlarla çok konuşulmalı ve faydalı şeyler çokça tekrar edilmelidir.
Çocuk, bebekken konuşamaz ve bağlantılı düşünemez. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) bebekken “Ben Allah’ın seçilmiş bir kuluyum; o bana kitap verdi ve beni Peygamber yaptı” dedi. (Meryem/30)  Bu hâdise şüphesiz normal bir şey değildir ve bir mucizedir. Hem konuşma hem de tebliğ, çocukla, bebekle ilgili şeyler değildir. Bebek ana rahminde iken İslâm âlimlerine göre 121. gün insan olma vasfını kazanır. İlk sekiz haftalık dönem embriyo dönemidir. Bu dönemde “Âlem-i halk”ın anâsır-ı erba’asıyla mahmûl olunca (yüklenince) nefis de varlığını ilan eder.
 
ANNE KARNINDA RUH VERİLMESİ
 
Kütüb-i Sitte’de insan anne karnında “nutfe” olarak kırk, “alaka” olarak kırk, “et parçası” olarak kırk gün kalır. Bundan sonra rûh verilir. Muhammedübnü Abdullâhibni Numayr ve Zuhayrübnü Harb ve’l-lafzu ibni Numayr ve ilh.deki Hadîs-i şerîfte meâlen: “Melek kırk- kırk beş gün geçince gelir ve bu sayılanları yazar, artık sayfa dürülür” (Müslim Kitâbı 3. Hadîstir)  Burada da ruhun 40-45 gün içinde verildiği bildirilmektedir. Vallâhü a’lem bi’s-savâb.  “Nefis ve rûh bu ikisi ölüm hâlinde ayrılır” Zümer- 42… (Envârü’t-tenzîl, Kâdî Beydâvî, s. 485, İstanbul 2013)
Tefsîrdeki bilgiye göre Beydâvî hazretleri, nefis ve ruhun aynı anda kabzedildiğini bildiriyor. Çocuk ana rahminde ruhu üflendikten sonra, nefsin de verildiği anlaşılıyor. Yalnız ilk hayatiyet nefis ve ruhla ilgili değildir.
Nefsin tegaddi ve şehevî istekleri önemlidir; yani yemek ve şehvet. Çocukta yemek isteği insiyakidir, fakat şehvet arzusu baliğ olunca başlar. Çocukken de nefis emredicidir; ister, beğenir, beğenmez, yemek seçer, tatlı sever… Bunlar hep nefsi isteklerdir. Tabii ki çocuğun aklı ve ruhu organize olamadığı için tefekkür edemez ve imani mevzularda ilahi adalet ihsanıyla mesul olmaz.  Yâni bedenî arzularda çocuğa hükmeden ve zarar verebilen nefis, dinî meselelerde devre dışıdır. Çocuk ana rahminde iken eğitimi başlar; çünkü artık dış duyumları alıyordur. Yaşadığı ortamın İslâmî olması çocuk için doğru bir hayatın başlangıcı olurken, haramla beslenen bebek, annenin göbek bağıyla da ilk haram lokmalarıyla tanışır. O hâlde anne ve baba olmaya hazırlanan ebeveyn, ateşten bir gömlek veya cennet libası giymeye hazırlanıyor demektir.
Çocuklarımızın bebeklik döneminde ebeveynler, çocukta zekâ eserleri görerek veya böyle vehmederek mutlu olmak isterler. Çocuklarına birtakım testler yaptırarak sayısal kavramlara meyli veya güzel sanatlara kabiliyeti cihetiyle onları teşvik ederler. Amaç çocuğu istikbâle hazırlamak… İstikbâli olmayan bu dünya için bu kadar çabalayan birçok ana baba, çocuğun ebedi hayatı için hiç kaygı duymazlar. Birkaç yabancı dil öğrenip dış ülkelerde ihtisas yapan evlatlarımızın “Dilimiz dönmüyor, sureleri Türkçe okusak olmaz mı yâni” demeleri  -o da şayet ibadet ederlerse- vebali bu çocuğa mı, ebeveyne mi aittir. Bu yüzden çocuklarımız dilleri dönmeye başlayınca, bırakın dedelerinin, büyükannelerinin veya anne ve babalarının adlarını öğrenmesinler; ilk öğrenecekleri isimler Allahü teâlânın ve sevgili Peygamberimizin (aleyhissalâtü vesselâm) mübarek isimleri olsun. Yoksa göz nurlarımız, çocuklarımız bizim ebedî felâketimiz olur.
“Ey îmân edenler, kendinizi ve âilenizi yakıtı insan ve taş olan cehennem azâbından koruyun.”(Tahrîm- 6)
“O gün ne mal ne de çocuklar size  bir fayda sağlayacaktır.  Oraya götüreceğin bir temiz kalp olacaktır.” (Şu’arâ- 88)
Bağdatlı Rûhî’nin şu harika beyti her şeyi ne güzel açıklıyor:
“Sanma ey hâce senden zer ü sîm isterler/Yevme lâ yenfa’ûda kalb-i selîm isterler.”
 
SIBYÂN MEKTEBLERİ VE ÂMİN ALAYLARI
 
Talim ve terbiye çok önemli iki kavramdır. Eğitim, terbiye kelimesini karşılığı olamaz. Terbiye kelimesi “Rabb” kelimesiyle ilgilidir. Dolayısıyla terbiye “Rabbânî” yüceliklere ulaşmaktır. Talim ise Rabbimizi sonsuz ilim sıfatıyla mevsuf olmak için çaba sarf etmektir.
İlmin yelpazesi içinde kelâm-ı ilâhî, ehâdîs-i nebeviyye başta olmak üzere Allahü teâlânın kullarının tedrisine sunduğu semavi ve arzi bilmecelere, elektronlardan embriyoya, anatomiden astronomiye, kimyevî reaksiyonlara, jeofizik hâdiselere, klimatolojik bilgilere kadar çok geniş bir saha vardır. Gerek naklî (ulûm-ı diniyye) ve gerekse akli (ulûm-i fenniyye) iki muazzam bahr-i bi- kerandır.  (Uçsuz bucaksız umman) O hâlde bu muazzam ilim deryasına bir yerden başlamak gerekir.
 
BED-İ BESMELE VE İLME ATILAN İLK ADIMLAR
 
Osmanlı’da çocuk 4-5 yaşlarına gelince “Besmele” ve “Âmin Alayı” ile eğitimine ilk adımını atardı. Pedagojik olarak çocuk için yapılan bu merasim, onda büyük bir sevinç ve iç huzuru meydana getirir ve mektep korkusunu yenerdi. “Âmin Alayları” mektebe yeni başlayan çocuklar için teberrüken yapılan bir merasimdir ve bugünkü okul öncesi eğitime tekabül eder. Âmin kelimesi “Rabbim kabul etsin, öyle olsun” anlamına gelir. Bu tören genelde kandillere-hassaten de Mevlid Kandili’ne tesadüf ettirilirdi. Kandillerin cumalara rastlaması ise aliyyül-ala kabul edilirdi. Mevsimde kandil yoksa cuma günleri tercih edilirdi. O gün çocukların bünyelerine göre talim için oruç tutturulurdu. Merasimden iki gün evvel evler dip-köşe temizlenir, ev halkı hamamlara gider, natırlar, ustalar, kınacılar çocuğu eğlendirmeye akşama kadar devam ederlerdi. Büyükanne, anne, kalfa, varsa dadı, sütanne, cumhur cemaat Kapalıçarşı’ya gidilerek çocuğa öteberi alınırdı. Evdeki ecdat yadigârı rahle cilaya verilir, yoksa ya ödünç alınır veya yenisi getirilirdi
O gün herkes erkenden kalkar, evin erkekleri ve çocuk, mahalle mescidine sabah namazına giderler ve mescit imamından dua alırlardı.
Kahvaltıdan sonra çocuğa hilâlli bir mintan ve beyaz çoraplar giydirilirdi.  Sonra çocuğa hafif yana yatık mavi püsküllü fes takılırdı. Bilâhare çocuğun boynuna lahuri bir şal atılır, fiyonk yerine pırlanta bir ay iliştirilir ve arabalara binilip Eyüp Sultan’ın (Ebâ Eyyûb el- Ensâri radıyallâhü anh) kabr-i şerifine gidilirdi. Çocuk burada bir çini cümbüşü içindeki kabrin penceresine başını dayar, garip duygular içinde bu büyük Sahâbî’ye iltica ederdi.
Çocuğun bu alayda üç menzili vardı: 1) Destur menzili, 2) İlim menzili, 3 ) Vefa menzili.
İstanbul’da ilk durak Eba Eyyub türbesiydi. İstanbul dışında ilk durak eğer varsa bir Sahabi kabri olurdu. Zaten “Âmin Alayları” ağırlıklı olarak İstanbul ve Bursa’da yapılırdı. Diğer Anadolu illerinde kısmen sönük olur veya hiç olmazdı. Konya’da da benzer alayların yapıldığı vakidir.
Sahâbe-i kirâm hazretlerinin kabirleri, Risaletpenah Efendimizin arkadaşları oldukları için ve İslâmiyet’in bize kadar ulaşmasını sağladıklarından, destur almak amacıyla ilk menzil seçilirdi. İkinci menzilde,  o şehrin ilim irfan sâhibi, Ehl-i sünnet tarik-ı sufiyye meşayıhına uğranıp, Fatiha-i şerifeler ikram edilirdi. İstanbul’da bu menzil Fatih Sultan Muhammed Han’ın hocası büyük âlim Molla Gürani Efendi’nin kabridir. Bu menzil, Fatih Haseki’dedir. Üçüncü menzil ise Ebü’l-feth Hazret-i Fatih Sultan Muhammed Hân hazretlerinin kabr-i şerifidir.
Çocuk Bursa’da bu merasim için ilk olarak Evlad-ı Resul olan Emir Sultan hazretlerinin kabr-i şerifine uğrardı. Sonraki durakta Fâtih hazretlerini hocası büyük âlim Molla Hüsrev hazretlerinin kabri ile ilk şeyhülislam, Molla Fenari hazretlerinin kabirlerine gidilirdi. İstisnai olarak Göynük’te Akşemseddîn hazretlerinin kabrine uğranılırdı. Son duraklar ise, Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi ile Bursa fatihi Orhan Gazi’nin kabirleri olurdu.
Eve dönüldüğünde mektep çocukları ve ilâhîciler gelir, sokak mahalle halkıyla dolardı. Ailenin hâli vakti iyi ise kapının önünde kırmızı kolanlı ve siyah eyerli bir Midilli, olmazsa bir at, aynı şekilde süslenir ve bu hayvanların dizginlerini çocuğun babası tutardı. Çocuk evin kapısında gözükünce:
“Tevbe edelim zenbimize // Tevbe ilâllâh yâ Allâh // Lûtfunla bize merhamet eyle //Aman Allâh yâ Allâh”  nidâlarına âmincilerin “Âmiiiin, Âmiiiin” sesleri refakat ederdi.
Sonra okuyucu yine “Sînen içre nûr-ı zikrile uyandır bir çerâğ // Ol çerâğın şükrüyle görünür dîdar-ı Hak” derdi. (Kalbindeki nûru, zikrile uyandır, o nurla dîdâr-ı Hakk’a yönel.)
Sonra kollarının yenleri geniş bir hoca efendi gür sesiyle bir duaya başlardı. Herkes çökerek bu duâyı huşû içinde dinlerdi.
Sonra duâcılar hep bir ağızdan “ Allâh Allâh uludur // Emrin tutan kuludur // Mü’minlerin yoludur // Allâh Allâh Rahîm Allâh  // Kerîm Allâh diyelim hû! // Şefîk Allâh aman Allâh // Yüce Allâh diyelim hû!”
Mektebe yaklaşınca mahalle bekçisi çocuğu Midilli’den indirir,  sonra çocuğun iki tarafına mektep kalfası ve müzakerecisi geçerlerdi.
Teşrîfatta kurallar kesindi: En öndeki kişi atlas bir yastık üzerinde sırmalı bir cüz kesesiyle “Elifbâ”yı götürürdü. Onun arkasında uzun boylu biri, başının üstünde çocuğun mektepte oturacağı mavi atlaslı pufla minderle, sedef ve bağa kakmalı rahleyi taşırdı. Sonra tarîkat mürîdânının ağızlarından sûfiyâne şu beyitler dökülürdü: “Ben bilmez idim  gizli ayân hep sen imişsin  // Tenlerde ve cânlarda nihân hep sen imişsin.// Senden bu cihân içre bir nişân isterdim ben //  Sonra bunu bildim ki cihân hep sen imişsin.”  Sonra Risâletpenâh Efendimiz’e tasliyelerde bulunulur, Ehl-i beyte ve sultana dualar edilirdi.
Müteakiben, mektep kalfası ve bevvâb, çocuğu yukarıya hoca efendinin yanına götürürlerdi. Sabî, hocasının önünde edeple diz çökerek onun ellerini öperdi.    
Kız çocukları için de mescide ve hoca efendiye gidilir, fakat esas merâsim evlerde hanımefendiler, dadılar, kalfalar ve komşu hanımların refakatiyle zerde-pilav ve gül şerbetleriyle üç gün devam ederdi.
Bendeniz de 1952 yılında ilkokula başlarken Paşabahçe İncirköy Camii İmâmı merhûm Şevket İnler Hocaefendi’nin dizi dibinde  “Besmele” ve “Rabbî yessir”le eğitimime ilk adımımı atmıştım. Tabii ki bu, eski “Alay”ın gölgesi bile değildi ama, maksat bu merasime sâhip çıkmaktı.
Kısmen faydalanılan kaynak: Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri sözlüğü I. Mehmet Zeki Pakalın, MEB yayınları, S. 58-59, İstanbul,  1993.
Naklen dinlediğim bilgiler ise Ebe’m Hâfıza Merhûme Cemîle Hanımefendi,  Mesnevihân Bıcakçı Osman Efendi,  Nakşî şeyhlerinden Alî Timur Efendi’nin oğlu Ahmed Nûri Efendi ve İbrâhim Hakkı Konyalı’ya aittir. Tekrar buluşmak ümidiyle…
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.