Bazı
insanları hiç ölmeyecekmiş gibi düşünürsünüz. Turgut Özal onlardan
biriydi benim için. Ölüm haberini öğrendiğimde 14 yaşında bir çocuktum
ve ilk tepkim çok şaşırmak olmuştu. Ama çok üzülmediğimi, hatta hiç de
üzülmediğimi hatırlıyorum.
Bunun birkaç nedeni vardı.
Birincisi, sıkı bir Demokrat Partili olan dedemin siyasi geleneğini hiç
terk etmeyen annem dışında solcu olan ailem pek hoşlanmazdı
kendisinden. Rol modellerim olan solcu ağabeylerimin, dayılarımın etkisi
de annemin üzüntüsüne baskın gelmişti elbette.
O dönemde
Özal'dan pek hazzetmememizin bir diğer nedeni, gözümüzü âdeta onunla
açmamızdı. Onun Türkiye'sinde doğmuş ve büyümüştük. Dolaysıyla 12 Eylül
sonrasının o karanlık, sıkıcı günlerinin kafamızdaki tek müsebbibi her
gün ekranlarda gördüğümüz bu tombul adamdı. Askerî vesayet falan
umurumuzda değildi.
Hatta üç beş yıl önceki askerî darbeyi unutup, "bu nefret objesi" karakter sayesinde askere sempati duymaya başlayanların sayısı hiç de az değildi. Üzerinde, Özal'ın cumhurbaşkanlığını "kabul edemeyen" bir askerin kendisine çektiği telgrafta sarf ettiği ve daha sonra sloganlaşacak "alışamadım" mottosu yazılı tişörtler giydiğimizi hatırlıyorum.
Elbette solun Özal'dan hoşlanmamasının, "zengin olduğu için şişman da olduğu" türünden dillendirilmeyen nedenleri dışında somut gerekçeleri de vardı. Zinhar tartışılmaz 24 Ocak Kararları, OHAL, Koruculuk uygulaması vs. gibi. Her gün bir gazetede çıkan yolsuzluk haberleri de yabana atılacak cinsten değildi.
Yıllar yıllar geçtikçe ülkedeki "temel çelişkiye"
dair farkındalığım arttı. Vesayet rejiminin nasıl kurumsallaştığını ve
işlediğini anladım. Düzenin ideolojik aygıtlarıyla vasıtasıyla
muhalefetin şiddetini nasıl siyaset kurumuna kanalize ettiğini ve sivil
siyasi aktörleri oyalanmamamız için nasıl önümüze attığını gördüm.
Özal'ın bir siyasi olarak tolere edilebilecek politikalarının ve
söylemlerinin darbe rejimini "ehveni şer" kılacak şeyler olmadığını fark ettim.
Bugün
Özal'ı hatırladığımda, onun ekonomik icraatları ya da 90'ların savaş
konseptindeki hatalı dönemsel politikaları oldukça silik kalıyor.
Aklıma, son dönemlerindeki, ceberut devletin resmî söyleminde ilerleyen
yıllarda açılacak gediklerin habercisi olan "duruşu"
geliyor. Dinî inancını saklama gereği duymaması... Şortla tören kıtası
selamlaması gibi, militarist devlet pratiklerine naif vuruşları... Kürt
sorununda siyasi çözüm lafını telaffuz etmesi ve bunun için diyalog
adımlarına soyunması... Ve elbette azınlık oldukları halde söz söyleme
tekelini elinde bulunduran sınıfın kibrine karşı, çoğunluğun
meşruiyetini hatırlatan "hadsizlikleri..."
Bildiğiniz üzere, bugün Menderes'le başlatılan "Yeter söz milletindir"
serisinde Özal'ın yeri Tayyip Erdoğan'dan bir önce geliyor. Demirel ya
da Erbakan gibi söz konusu gelenekten gelen her ismin dahil edilmediği
bu dizgide yer alabilmenin kriteri ise işte bu "beyazların" gözüne hadsizlik görülen "halkçılıkta."
Elbette
Erdoğan'ın barışa ve siyaset kurumunun halk adına muktedirleşmesine
dair reformlarını, Özal'ınkilerle kıyaslamak haksızlık olur. Türkiye'nin
bugün içinde bulunduğu demokratik dönüşüm süreci naifliğini çoktan
üzerinden attı. Ne var ki bugün kimi kesimlerin Erdoğan'a yönelik
kategorik karşı duruşları ve hatta nefretleri açısından Özal dönemini
hatırlatacak pek çok benzerlik var.
Evet, kimilerimiz yaş aldıkça özcü tavırlardan yakasını sıyırıp önünü görüyor. Ne var ki Aynı yıllar kimilerimizin "ara dönemlerde"
yüzleştiği eski kategorik tavırlarına ise nur yağdırıyor. Bu geriye
dönüşte sosyolojik ve ekonomik nedenler kadar psikolojik sebepler de
vardır kuşkusuz. Ama kimilerinin "nostaljisini" anlamakta hakikaten zorlanıyorum.
Tıpkı Perihan Mağden'in geçtiğimiz günlerde verdiği bir röportajda üç beş yıl önce hak gördüğü bir "cüreti" şu sözlerle bugün canını sıkan kişisel bir "hadsizlik" olarak değerlendirmesi gibi:
"Erdoğan
sahneye geldiğinde bu ortam hazırlanmıştı. Özal Türkiye'siyle başlayan
bir hadsizlik; 'A ne var, ben de konuşamaz mıyım, benim de fikrim var'
durumu. Bu hadsizlik öncesinde, kültürel sınıf farkına hürmet
ediliyormuş."
Halka rağmen halk adına söz söyleme tekeline karşı, o kültürel sınıf farkınızı da ayaklarının altına alarak hadsizliğe cüret etmiş ölü ya da yaşayan herkese teşekkür ediyorum. Çünkü mesele "gıcık oluyorum"dan daha ciddi; hakikaten.