ASIL DEĞİŞİM NE ZAMAN YAŞANDI? - İstanbul Sözleşmesi’nin paratoner etkisi

A -
A +

Cihangir Yıldız

Ülkemizdeki klasik aile yapısını tehdit ettiği konuşulan İstanbul Sözleşmesi, gerçekten de ifade edildiği gibi toplumu tehdit eden bir muhtevaya mı sahip? Yoksa şu an bir hedef şaşırtmacanın malzemesi olarak mı kullanılıyor?
 

Bilindiği gibi, son zamanlarda “kadına yönelik şiddet” ifadesi sıkça dillendirilmeye, medya organlarında ve bilboardlarda mühim bir yer teşkil etmeye başladı. Masumane ve itiraz edilemez gözüken bu gerekçeyle, toplumsal ve sosyolojik dönüşüm hareketi hızlandı(rıldı).

Buna rağmen, bazı yazar ve araştırmacılar tarafından meşhur olan ismiyle  “İstanbul Sözleşmesi” gündeme getirildi. Kadına karşı şiddet bahanesiyle asırlarca mukaddesimiz ve mahremimiz olan “aile” ve “kadın” mefhumlarının, Batı tarzı bir yapıya dönüştürülmek istendiği, bununla da ülkemizin tek teminatı olan nesillerimizin bozulacağı ima edilerek, gelecekteki toplumsal tehlikeye dikkat çekildi.
Peki, ülkemizdeki klasik aile yapısını ve nesilleri tehdit ettiği iddia edilen bu sözleşme, gerçekten de ifade edildiği gibi toplumu tehdit eden bir muhtevaya mı sahip? Yoksa şu an bir hedef şaşırtmacanın malzemesi olarak mı kullanılıyor?
Bu sorulara cevap aramadan önce, İstanbul Sözleşmesi'ni kısaca tanımaya çalışalım...
Bu sözleşmeye “İstanbul Sözleşmesi” denmesinin sebebi İstanbul’da imzaya açılmış olması. Sözleşmeye ilk imza atan taraf da Türkiye Cumhuriyeti. Sözleşme, 11 Mayıs 2011 tarihinde imzaya açılmış olsa da ülkemizde yürürlüğe girme tarihi 1 Ağustos 2014’tür. Bu tarihe özellikle dikkatinizi çekmek istiyoruz. Sebebini ise aşağıda izah edeceğiz.
Peki, meşhur olan ismiyle “İstanbul Sözleşmesi”nin muhtevasında ne var?
Sözleşme toplam 81 maddeden meydana gelmektedir. Sözleşmenin maksadı, “kadına yönelik şiddeti ve her türlü ayrımcılığı önlemek” şeklinde özetlenebilir.
Sözleşmenin 3/a maddesinde “Kadına yönelik şiddet” ifadesi “…ister kamu ister özel yaşamda meydana gelsinler, söz konusu eylemlerde bulunma tehdidi, zorlama veya özgürlüğün rastgele bir biçimde kısıtlanması da dâhil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır” şeklinde tarif edilmiştir.
Özetle ifade edilecek olursa; sözleşmenin maksadı doğrultusunda yapılacaklar, taraf devletler için tarif, teşvik ve tavsiye edilmektedir.
Sözleşmedeki maddelerin tamamına yakını “…gereken yasal ve diğer tedbirleri alacaktır” şeklinde bitmektedir. Yani, sözleşme, esasen ve temel olarak, geniş çaplı bir tavsiye mektubu mahiyetinde olup bilinenin aksine, icrai olarak herhangi bir somut olaya uygulanacak şekilde hiçbir müeyyide öngörmemektedir. Yani, daha anlaşılır şekilde ifade etmek gerekirse, “kadına yönelik fiziksel, cinsel vs. şekilde gerçekleştirilen şiddet eylemine… hapis veya … para cezası verilir” şeklinde hiçbir hüküm içermemektedir.
Sözleşmeyi kısaca ifade ettikten sonra asıl sualin cevabına gelelim:
Sözleşme feshedilirse, aile yapımızın ve nesillerimizin geleceği tehlikeden kurtulur mu?
Bu sorunun hukuki olarak tek cevabı var ki, maalesef, ülkemizde mer’i (geçerli) olan iç hukuk normlarımız sebebiyle hiçbir şey değişmezdi.
Çünkü her ne kadar, Anayasa’nın 90. maddesinin son fıkrasında düzenlenen “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir” şeklindeki anayasal kaide, milletlerarası sözleşmelerin aynen kanun gücünde olduğunu ifade etmekteyse de yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi İstanbul Sözleşmesi, amacı ve yapısı gereği, icrai olarak herhangi bir somut olaya uygulanacak şekilde hiçbir müeyyide öngörmemektedir. Sadece, geniş çaplı bir tavsiye mektubu mahiyetinde olup iç hukuk normlarının nasıl olması gerektiğini ifade etmektedir.
Peki, öyleyse tartışmaların kaynağındaki temel mesele nedir? Mevcut sosyo-kültürel tehlikenin boyutları ve bu tehlikeye karşı alınabilecek tedbirler nasıl izah edilebilir? Bunu tespit edebilmek için öncelikle iç hukuk normlarımızın kısa bir analizini yapmamız lazım.
Ülkemizdeki temel kanunlarla ilgili esaslı değişiklik hareketi ilk olarak Türk Medeni Kanunu değişikliği ile başlamıştır. Türk Medeni Kanunu 8 Aralık 2001 tarihinde değiştirilmiştir. Bu kanun, muhtevası bakımından bir toplumun temel dinamik ve unsurlarını barındıran bir kanundur.
Devamında, 12 Ekim 2004 tarihinde Türk Ceza Kanunu, 17 Aralık 2004 tarihinde Ceza Muhakemesi Kanunu ve 13 Aralık 2004 tarihinde Ceza İnfaz Kanunu değiştirilmiş, böylece ceza hukuku mevzuatımızın tamamına yakını yeniden düzenlenmiştir. Suçların tarif ve tanımı, işlenen suçlarda uygulanacak cezai yaptırımlar, şikâyet usulleri, muhakeme usulleri ve infaz rejimi yeniden dizayn edilmiştir.
Daha sonra da, 4 Şubat 2011 tarihinde Hukuk Muhakemesi Kanunu, 04 Şubat 2011 tarihinde Türk Borçlar Kanunu ve 14 Şubat 2011 tarihinde Türk Ticaret Kanunu bütünüyle değiştirilmiş, böylece, özel hukuka dair temel mevzuat hükümleri de yeniden inşa edilmiştir.  
 
DELİL KÜLFETİ ORTADAN KALDIRILDI!
 
En sonunda ise, “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair” 6284 Sayılı Kanun, 20 Mart 2012 tarihinde yayımlanıp yürürlüğe girmiş, bu kanunla birlikte, aile içerisindeki kadın-erkek ilişkileri yeni bir boyut kazanmış, evrensel hukuk prensiplerinden olan ve Mecelle’nin 8. maddesinde “Berâet-i zimmet asldır” şeklinde ifade edilen, “şüpheden sanık yararlanır” (In dubio pro reo) prensibi sarsılmıştır. Çünkü, 6284 Sayılı Kanun ile birlikte klasik manada, hukuktaki delil ve ispat külfeti ortadan kaldırılmış[1], kadın olan eşin (veya mesela bir komşusunun), tek taraflı soyut beyanı, delil olarak kabul edilerek, kamu otoritesi ve kamu gücü, koca aleyhine yani aslında aile bütünlüğü ve dolayısıyla çocuklar aleyhine kullanılabilir hâle getirilmiştir.
 
FEMİNİST RESTORASYON 2001 YILINDA BAŞLADI
 
Bu saydığımız temel kanunlarda da zaman içerisinde birtakım değişiklik ve tadilatlar yapılmış ise de kanunların ruhu itibarıyla hukuk sistemimizin restorasyonu, 2001 yılında değiştirilen yeni Medeni Kanun ile başlamış, 2012 yılında yürürlüğe giren 6284 Sayılı Kanun ile bugünkü hâlini almıştır.
Yani, aslında, İstanbul Sözleşmesi'nin yürürlüğe girdiği 2014 yılından çok daha önce, iç hukuk normlarımız, zaten bu sözleşmenin amaç ve muhtevasına uygun hâle getirilmiş durumdaydı.
Peki, İstanbul Sözleşmesi'nden çok daha önce, iç hukukumuzda meydana gelen bu mevzuat restorasyonu ne gibi düzenlemeler getirmişti?
Mesela eski Medeni Kanun’da karı ve koca kavramı mevcutken, yeni Medeni Kanun’da bunun yerine “eş” kavramı getirilmiştir. Daha da vahim olanı, “” kavramı, İstanbul Sözleşmesi ile “eş ve partner” hâline getirilerek, eşcinsel evliliklerin de önü açılmıştır!..
Eski Medeni Kanun’da koca evliliğin reisi olarak tanımlanmış ve ailenin iaşesi yükümlülüğü kocaya yüklenmişken[2], yeni Medeni Kanun’da aile reisliği müessesesi kaldırılmış ve ailenin iaşesi eşlerin sorumluğuna verilmiştir[3].
 
KADINI KORUMA ADINA KADINA ZARAR!..
 
Eski Türk Ceza Kanunu’nda aile içinde meydana gelen, tokat atma, saç çekme, itme ve benzeri basit darp olayları ancak mağdurun şikâyeti ile kovuşturulabilirken[4], yeni Türk Ceza Kanununda kamu davasına dönüştürülmüş[5], böylece eşler barışıp kadın şikâyetten vazgeçse dahi koca ceza almaktan kurtulamaz hâle getirilmiştir. Kadın, şikâyetten vazgeçtiği hâlde ceza alan kocanın olduğu bir ailede, aile birliğinin devamından bahsetmek mümkün müdür? Sosyolojik ve psikolojik olarak bu durum nasıl izah edilebilir? Görüldüğü gibi kadına yönelik şiddeti önleme gerekçesiyle yapılan bu değişiklik, son tahlilde ne kadını ne de çocuğu korumamış, aileleri yıkan, çocukları ana-babasız bırakan bir düzenleme hâlini almıştır.  
Yine, eski TCK’da zina suç olarak düzenlenmişken[6], yeni TCK’da zina, suç olarak düzenlenmemiştir.
Yine, eski TCK’da bazı cinsel saldırı suçlarıyla ilgili olarak, taraflar arasında evlenme vukuu bulursa dava ve ceza tecil edilirken[7], yeni TCK’da bu müessese kaldırılmıştır...
Bu misallerin sayısını artırmak mümkün. Ama asıl konumuza dönecek olursak; aile, kadın, çocuk, eğitim, suç sosyolojisi ve benzeri konularla alakalı görüş beyan ederken veya bir çalışma yaparken, sadece 2014 yılında yürürlüğe girmiş olan İstanbul Sözleşmesi'ne odaklanmak, bizi asla doğruya götürmeyecektir. Bilakis, bizi, bir kısır döngü içerisinde bırakacaktır.
Bugün, “Aile, kadın ve nesiller” üçgeninde cereyan eden bütün tartışmaların hukuki altyapısının temel sebebi 2001 tarihinde başlayıp, 2012 tarihinde tamamlanan iç hukuk normlarında yapılan köklü değişiklikler olup, konunun hukuki olarak 2014'te yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesiyle doğrudan bir ilgisi bulunmamaktadır.
Bilhassa, Medeni Kanun, Türk Ceza Kanunu ve 6284 Sayılı Kanun’daki toplum dinamiklerine sosyolojik ve psikolojik olarak ters düşen, insanın yaradılışına, akla ve mantığa aykırı olan düzenlemeler değiştirilip, toplumumuzun sosyo-kültürel yapısına ve insan psikolojisine uygun hâle getirilmeden bir çözüm üretmek imkânsızdır. Bu sebeplerle, konuyu sadece İstanbul Sözleşmesi'ne odaklayıp, iç hukuk normlarındaki çarpıklıkları dikkatlerden kaçırmak doğru değildir.
Meseleyi, sosyoloji ve psikoloji ilimleri çerçevesinde ele almadıkça ve sadece 2014 yılında yürürlüğe giren bir milletlerarası sözleşmeye odaklayınca, yaşanan kaosa çözüm bulmak imkânsızdır. Belki de, meselenin İstanbul Sözleşmesi'ne odaklanmasının maksadı da paratoner gibi tepkileri çekip, asıl meselenin çözümüne engel olmaktır…
.....
[1] Bakınız; 6284 Sayılı Kanun m.8/3: “Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz.”
[2] Bakınız; 743 Sayılı eski MK. m.152
[3] Bakınız; 4271 Sayılı yeni MK. m.186
[4] Bakınız; 765 Sayılı eski TCK. m.456/4
[5] Bakınız; 5237 Sayılı yeni TCK. m.86/3
[6] Gerçi, 765 Sayılı eski TCK’nın 440. maddesi  Anayasa Mahkemesinin 23/06/1998 tarihli kararı ile iptal edilmişti.
[7] Bakınız; 765 Sayılı eski TCK. m.423/2 - m.434/1
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.