"Siyasal İslam"ın geleceği...

A -
A +
Yaşayan en önemli Orta Doğu tarihçilerinden Richard Bulliet, Orta Doğu çalışmalarına uzun zaman hakim olan "modernist okulun" bu bölgeye dair algıları nasıl zedelediğini sarih bir örnekle anlatır. Modernist okul özellikle 1950'lerden sonra Batı entelijansiyasına hakim olan bir paradigmadır. Bu paradigmaya göre, Orta Doğu ülkeleri bir geçiş dönemini yaşayan ve modernleşme süreci sonunda kaçınılmaz olarak Batıya benzeyecek olan vakalardır. Bu okulun öngörüsüne göre, ekonomik gelişme, şehirleşme sonucu seküler ve eğitimli bir orta sınıf çıkacak ve bu orta sınıf öncülüğünde bu ülkelerde Batılı kurumlar inşa olacaktır. Kapitalizm ve modernizm, kaçınılmaz olarak liberalizm, sekülerizm ve demokrasi getirecektir.
Bulliet, bu paradigmanın hakim olduğu dönemde, Batı'nın saygın üniversitelerinde, Orta Doğu üzerine yazılan doktora tezlerindeki gözle görünür bir eksikliğe, hatta tuhaflığa dikkat çeker. Din ve dinî kurumlar üzerine yapılan çalışmalar neredeyse yoktur. Doktora öğrencileri bu konularda çalışmaya teşvik edilmez. Hatta din, dinî akımlar ve kurumlar, geçiş dönemi sonrası zaten olmayacak unsurlar olarak görülür. Bu yüzden bu kurumları çalışmak bir zaman kaybıdır, modernist okula göre. Zaten tarihin doğal akışı ve modernleşme sonucu sekülerizm hakim olacak, din marjinalleşecek ve hatta kaybolacaktır. 
Gerçekten de, Bulliet'in tespiti son derece yerindedir. Uzun yıllar Orta Doğu siyasetine ve kültürüne hakim olan kurumlar bu nedenle araştırmacıların ilgisini çekmemiş, koca bir külliyat son derece mühim olguları incelemeyi ıskalamıştır. Örneğin, Mısır'ın ve bölgenin en köklü kurumlarından el-Ezher üzerine yapılan çalışmaların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Veya bölgedeki camiler, ulema ve İslami akımlar üzerine çalışmalar istisnadır. Bu dönemin modasına uymayan ve -belki de bu nedenle- Türkiye akademisi içinde çığır açıcı bir noktada duran Şerif Mardin, Nakşibendilik üzerine çalışırken yaşadığı mahalle baskısı bu anlamda öğreticidir.
Modernist okulun bu yaklaşımı 1979 İran devrimi ile ciddi şekilde yanlışlandı. Öyle ya, zaman içinde tarih olacağı varsayılan bir olgu, yok olmak yerine bir devrim sonucu iktidara gelmişti. Buna ek olarak Siyasal İslam, Mısır, Türkiye, Suriye ve Pakistan gibi birbirinden çok farklı coğrafyalarda bir aktör olarak kendini dayatmayı başarmıştı. Artık bu olguya kayıtsız kalmak mümkün değildi.
Bölge üzerine kalem oynatan hiçbir araştırmacı için "Siyasal İslam"a kayıtsız kalmak mümkün değil, burası net. Ancak Siyasal İslam'a nasıl yaklaşılacağı konusunda görüş ayrılıkları hâlâ mevcut.
Bir yandan Siyasal İslam'ı kaybetmeye mahkûm bir akım olarak gören ve bu ekol içindeki tüm farklı fraksiyonları aynılaştıran bir bakış açısı var. Oryantalist bir lens içinden geçen bu yaklaşıma göre, Siyasal İslam'ı temsil eden bütün akımlar aynı ve bölgenin demokratikleşmesi önündeki asıl engel bu akımların güçlü varlığı. Modernist okulun temel öngörüsü bu bakış açısında sabit tutuluyor. Gün gelecek Siyasal İslam çökecek ve demokrasi ancak bundan sonra yerleşecek. Bir analizden çok, temenniyi yansıtan bu bakış açısının açıklayıcı olduğunu söylemek mümkün değil.
Doğrudur, Siyasal İslam'ın akıbetine ilişkin tespitlerde içkin bir çelişki var. Bir yandan Siyasal İslam'ın en ciddi başarı hikâyesi olan Türkiye örneği, başarılı olmasını Siyasal İslam'ın çökerek, yerini AK Parti gibi bir harekete bırakmasına borçlu. Dünya ile entegre olmayı amaçlayan, son derece seküler nosyonları şiar edinen, ancak İslami sembolleri bir kültürel muhafazakâr ideoloji içinde kullanan bir sentez sunmak Siyasal İslam için tek çıkış noktası.  Yani günümüzde Siyasal İslam başarılı ve sürdürülebilir bir model sunmak istiyorsa, aslında temel prensiplerinden feragat ederek, küllerinden yeni bir ideoloji çıkarmak durumunda. Bu anlamda yine başka bir model ülke olan Tunus deneyimi mühim. Zira Tunus'ta görece bir istikrar ortamı oluşturmayı başaran Nahda hareketi, bu başarısını seküler aktörler ile ittifak kurmasına ve taviz verebilmesine borçlu.
Lakin bu, işin iyimser tarafı. Diğer yanda ise geleneksel Siyasal İslami hareketlerin yerini yeni ve daha radikal hareketlere bırakma tehlikesi de mevcut. Örneğin, Lübnan'da ılımlı Sünni ve Şii hareketler mevzi kaybederek yerlerini daha radikal ideolojilere bıraktı. Irak ve Suriye örnekleri bu anlamda farklı değil. İşin vahimi bu örneklerde, radikal unsurlar ulusal birlik önünde bir engel. Türkiye, Mısır ve Tunus'ta Siyasal İslamın taşıyıcıları, aynı zamanda millî bir unsur taşırken ve tüm ulusa seslenirken, Suriye, Irak ve Lübnan örneklerinde yeni İslami hareketler böylesi bir vizyon ile hareket etmiyor.
Orta Doğu'da, Samuel Huntington'ın artık bir slogan haline gelmiş "medeniyetler çatışması" tezi, yerini "medeniyetler içi çatışmaya" bırakmış durumda. Hem İran ve Suudi Arabistan arasındaki rekabet, hem de Siyasal İslam'ın temsilcisi farklı akımlar arasındaki mücadele, bölge siyasetini belirleyecek unsur olacak.
Bu süreçte Mısır'da Müslüman Kardeşler'in mevzi kaybetmesi, Siyasal İslam'ın sonunun geldiğini muştulamaktan ziyade, daha vahim gelişmelere kapı açıyor. Siyasal İslam'ın demokrasiyi prensip olarak kabul eden taşıyıcılarının sistemden dışlanması, sekülerizmin kazandığı anlamına gelmiyor. Aksine hem savaş, hem de barış durumunda etkisini arttırmayı başaran Selefilik gibi, demokratik değerlere son derece uzak akımların alan kazanması ile sonuçlanıyor...
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.