Gezi
olayları ile Türkiye'de sekülerler uzun zamandır unuttukları bir
müttefiklerini keşfetti: Batı kamuoyu. Özellikle 1990'larda Kürt
meselesine duyarlı, 2000'lerde ise Kemalizme mesafeli olan Batı medyası
ve uluslararası kamuoyu bir anda tavrını net bir şekilde Türkiye'de
"sokaktan" yana koydu. Türkiye siyasetine pek de hakim olmayan
muhabirler ve genel bir oryantalist ön yargıya, hükümetin Batı medyasına
yönelik stratejisini düzgün kurmaması eşlik etti. Bir anda Türkiye, "AK
Parti'nin sessiz devrimi" hikâyesinden, "Arap Baharı"nın son dalgası
şeklinde etiketlendi. NATO'nun ve hatta Birleşmiş Milletler'in
Türkiye'ye müdahale etmesi gerektiğine dair akıl sınırlarını zorlayan
çağrıları dile getirenler bile oldu. 17 Aralık operasyonu bu manzarayı
daha da derinleştirdi. "Gösterileri zorla bastıran hükümet" algısına
yolsuzluk iddiaları eklendi. Türkiye konusunda yayın yapan ve yabancılar
için temel kaynak olan iki gazetenin (Hürriyet Daily News ve Today's
Zaman) yanlı yayın politikası ve Türkiye denilince kaynak olarak görülen
"liberallerin" hükümete karşı izansız tavırları, Türkiye'nin son on
yılda binbir emekle geliştirdiği model ülke imajına ciddi zarar verdi.
Bu
işin algı boyutu. Elbette burada uluslararası kamuoyunun, özellikle
Başbakan Erdoğan'ı siyaseten tecrit etmek amacıyla son derece stratejik
bir şekilde kullanıldığını söylemek mümkün. Hâlihazırda Erdoğan'ın
politikalarından rahatsız çevrelerin böylesi bir fırsatı kullanmak için
seferber olması da şaşırtıcı olmadı.
Ancak son kertede,
Türkiye siyasetini belirleyen uluslararası medya manşetleri değil. Bu
anlamda bütün kartlarını uluslararası dinamiklerle hükümet düşürmeye
yatıran siyasi analist ve aktörlere kötü bir haber vermek de mümkün.
Özellikle bu yaz gerçekleşecek Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında
uluslararası medyanın genel tavrını değiştireceğini ve yeni bir sayfa
açılacağını öngörmek için "kahin" olmaya gerek yok. AK Parti eğer
üzerinde çalıştığı reform adımlarını gerçekleştirebilir, Kürt ve Alevi
meselelerinde beklenen iyileştirmeleri yapabilir, özellikle Batı kamuoyu
açısından sembolik değeri yüksek Patrikhane meselesini çözebilirse,
kendinizi "reformist AK Parti'nin geri dönüşü" manşetlerine hazırlasanız
iyi olur. İsrail ile ilişkilerin düzelmesi, Kıbrıs sorununa dair
Türkiye'nin çözümden yana rol oynaması ve ocak ayında yeniden hızlanan
AB sürecinin ivme alması da Türkiye'nin hasar kontrolünde önemli rol
oynayacaktır.
Böylesi bir tavır değişikliği Türkiye açısından
manevra alanını geliştirecek bir dinamiktir. Algı ve itibarın
Türkiye'nin son on senede etki alanını geliştiren dış politikasında
etkisi son derece önemli oldu. Türkiye, bölgesel rakipleri İran ve Suudi
Arabistan'ın aksine sınırsız kaynaklar üzerine inşa edilen bir ekonomi
ve radikal bir ideoloji ihracı üzerine dış politika geliştiren bir ülke
değil. Aksine Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun vurguladığı gibi,
"çıkarını" bölgenin demokratikleşmesi üzerine kuran ve bu anlamda
bölgede öncü bir ülke rolü oynamayı hedefleyen bir ülke Türkiye.
Uluslararası kamuoyu Türkiye üzerinde vesayet kurmamalıdır, bunda şüphe
yok. Ancak Türkiye'nin uluslararası algısı tümden ihmal de
edilmemelidir.
Uluslararası itibar denilince, bu süreçte tek
kaybedenin AK Parti olmadığını not düşmek lazım. 17 Aralık operasyonu
ile, bundan önce "liberal ve ılımlı İslam" öğretisi ve yaptığı eğitim
hizmetleri ile uluslararası kamuoyunda haber olan Gülen cemaati, bir
anda devlet içinde örgütlenen ve bu imkânlar ile seçilmiş hükümeti
düşürmeye çalışan bir örgüt olarak anılmaya başlamıştır. Örneğin yabancı
basında Gülen hareketi için Opus Dei benzetmesinin yapılmış olması bu
anlamda kayda değerdir.
Değişen uluslararası dinamikler ve AK
Parti'nin Türkiye siyasetinde gücünü ve etkisini seçimler sonrasında
tasdik etmesi ile hükümetin uluslararası itibarını yeniden inşa etmesi
için bir alan açılmıştır. Hükümet bu fırsatı değerlendirirse bir hasar
kontrolü yapma şansı bulunmaktadır. Aynı şansın an itibariyle Cemaat
için mümkün olduğunu söylemek ise pek mümkün görünmüyor...