TOPRAKTAN VATANA, Hanlık ve komutanlığı birleştiren Türkler…

A -
A +

PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi

İdarecilik ve komutanlığı deruhte etmek hem üstün meziyet hem de maharet gerektirir. Bunlarda karar ve kaza mercii birleşmiştir. Türk Sultanları içinde insiyatif, kararlılık, cesaret ve basîrette Muhteşem Süleyman’dan daha muhteşem, Yavuz Sultan Selîm Han’dır. Onda, sanki Hazret-i Muhammed aleyhisselâma  Hazret-i Ebabekir’in sadakati, Hazret-i Ömer’in celâdeti, Hazret-i Alî’nin şecaati, Hazret-i Hamza’nın cihad şevki ve  İmâm-ı Busayrî’nin mübarek şiir kabiliyeti cem olmuştu.
 
Bir devlet kurmak sosyal olayların en zorudur. Önce devletin kurulabileceği bir toprak gerekir. Sonra bu toprak basit bir coğrafi mekân iken vatanlaştırılıp “coğrafyadan vatana” safhası geliştirilir. Sonra bu vatan öncesi ve sonrası ile destanlaştırılır. Destanı olmayan millet, milleti olmayan vatan olmaz.
Vaatlerle ve romantizmle devlet kurulmaz. Büyük devlet kurmak için” büyük kan dökmek” gerekir. Vatanına sahip çıkmak isteyen milletin her ferdi ölümü göze almazsa gelecek nesillere vatan bırakamaz.  Güçlü bir iradenin eğittiği millet bir toprağı vatan yapınca, bu vatanın korunması için en önemli unsur güçlü bir ordudur. Ordusu olmayan veya ordusu zayıf olan bir millet, ayakta duramaz. Orduları teşvik edip onları birlikte hareket etmeye yönelten bir sembol de lâzımdır.  O sembol bir “tamga”, “ buyan”, “bayrak”, “sancak” gelişimiyle yüreklerdeki kanı tahrik eden muharrik güç olmuştur. Bayrak veya sancak her zaman kutsal kabul edilmiş, sancaktarın elinde dalgalanan bu kutsal sembol, şehidin son örtüsü olmuştur.
Bayraklar hep kendilerine izafe edilen efsanelerle kutsallaştırılmıştır. Birkaç renkle şekil bulan çoğu bayrakların yanında, göklerin süsü olan hilâl ve yıldızın ünsiyetiyle tarihin her döneminde Türklere yol gösteren al bayrak, Türk-İslam’ın cihangirlik ruhunu göklerden arza indirmiştir. Orduların teslimiyetine ve imanına güç katan “Tevhîd”li sancak Allahü tealanın ve Sevgili Habîbinin koruması altındaki Müslüman Türkler, nice seferlere düğün şenliğinde çıkmışlardır.
Savaş kolay değildir. Ya ölür ya öldürürsünüz.  Cihadın sırrı cihangirlik değil, cihanı adalete ve insanlığa tevdi etmektir. Hakkı hak bilen ve hakkı tebliğ eden, batılı batıl bilip ondan men etmeye çalışan bu övülmüş askerler, her zaman bu kutsal ve tarihi misyonlarının farkında olarak cihada çıkmışlardır.
 
ORDULAR VE KOMUTANLAR
 
Tarihin kaydettiği en büyük orduların sırrı kemiyet (sayı) değil, keyfiyet (ulviyet, sıfat, kalite) üstünlüğüdür. Bu kaliteyi idare etmek mutlaka dirayet ve feragati sinesinde barındıran bir lidere bağlıdır.
Sahâbe-i kirâm’ın savaşlarına akıl ermez. Zırhını giyip kılıcını kuşanan bir komutan, Cenâbı Hakk’ın Habîbi ise, o ordu maddî hiçbir sıfatla tavsif edilemez. Hazreti Ebûbekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali, Hazret-i Hamza, Abdullah ibn-i Revâha, Câfer-i Tayyar, Üsâme bin Zeyd ve Hâlid bin Velid’in (radıyallâhü anhüm ecmaîn ) savaştığı topluluğun adı sadece ordu değil göklerdeki izdüşümü melekeler olan mübarek bir topluluktur.
 
KOMUTAN OLAN KAĞAN VE PADİŞAHLAR
 
Savaşçı bir kavim olan Türkler başlangıçtan beri büyük başbuğların, beylerin, kağanların ve sultanların önderliğinde kıtalara hükmetmişlerdir. Afrasyab ( Alp Er Tonga ), Bilge Kagan,  Kültigin, Tonyukuk gibi İslam öncesi kağan ve komutanlar sanki bu milleti İslâm’a hazırlamakla görevliydiler. Savaş onların sanatıydı ama bunları yöneten sistem kağanlarda ve beylerde üstün meziyetler isterdi.
İslâmî eserlerin ilklerinden olan Kutadgu Bilig’de zaferlerin ve yüceliğin şifreleri önce “beg”e ve sonra “sübaşı”na  (ordu komutanı) bağlanmıştır. Bu eserde “beg” (kağan, başbuğ vs.) şöyle tanıtılır: “Cesur, kahraman, güçlü, bilgili, akıllı, yumuşak huylu, gözü tok, gönlü zengin, merhametli ve âdil olmalı. Günahtan sakınmalı, sabırlı ve sakin görünmeli. Halka asla zulmetmeli. Vefakâr ve cefakâr olmalı. Acelecilik, cimrilik, öfke ve inattan kaçınmalı, içki içmemeli, vaktini oyunla geçirmemeli ve kibirli olmamalıdır.” Can alıcı noktası ise şudur: “Bey doğarken beylikle doğar görerek öğrenir. Allah kime beylik verirse ona işi ile mütenasip akıl ve gönül verir.”
Osmanlıda buna çok dikkat edilmiş, şehzadeler lalaların gözetiminde sancaklarda valilik yaparak yetişmişlerdir. Bunlara, adabımuaşeret, yöneticilik, devlet hassasiyeti; ulema ve meşâyıh elinden de din ve fen ilimleri, yabancı dil, mantık ve sosyal bilimler talim ettirilmiştir.
Kutadgu Biligde protokolde üçüncü sırada yer alan sübaşı (ordu komutanı) gelir. Ordu- milletin komutanı nasıl olmalıdır: “Cesur, gözü pek, çevik, sert ve tecrübeli olmalı. Sübaşında soğukkanlılık, temkinlilik ve cömertlik esastır. Komutan bütün malını askeriyle paylaşmalıdır. Kendisi için bir at, silah ve bir elbise kâfidir. Malı ve ailesi ikinci plânda kalmalıdır. Ölümden korkmamalı, düşmanı yenmek birinci hedefi olmalıdır. Heybetli fakat mütevazi  olmalıdır.”
Şimdi buradaki teşbihlere de dikkat etmeli: “Komutan düşmana karşı domuz gibi inatçı, kurt gibi güçlü, ayı gibi azılı, yaban sığırı gibi kinci, kırmızı tilki gibi hileci olmalı ve gözünü kaya kuzgunu gibi uzaklara çevirmelidir.  Aslan gibi alicenap olmalı ve baykuş gibi geceleri uyumamalıdır. Savaşta aceleci olmamalı, tedbirli olup düşmanı asla rahat bırakmamalıdır.
“Yurdu alan onu kılıçla almıştır, tutan onu kalemle tutmuştur.”  
Eğer bir de kağan veya han aynı zamanda ordu komutanı olursa ne olur? Karahanlılarda, Gaznelilerde, Büyük ve Anadolu Selçuklularında, Harezmlilerde, Altunordu ve Bâbürî  devletleri ile Osmanlılarda han-komutanlık nasıl yürütülmüştür?
 
GAZİ VEYA ŞEHİT HAN-KOMUTANLAR
 
Gaznelilerde Sultan Mahmud. (Gazneliler İran asılı Sâmânîler bünyesinde kurulan bir Türk devletidir) Büyük Selçuklularda Selçuk Bey’in oğulları Tuğrul ve Çağrı Beyler,  (Selçuk Bey, Oğuz Yabgu’nun sübaşısı idi) Büyük Selçukluların ikinci hükümdarı Anadolu’yu Türklere açan şehid han- komutan Sultan Alp Aslan’dı.
Anadolu Selçuklularında kurucu Gazi Kutalmışoğlu Süleyman Bey, 1. Kılıç Arslan, 1. Melikşah, 1. Rükneddin, 2. Kılıç Arslan, 2. Rükneddin büyük gazi komutan ve sultanlardı. Osmanlılarda Kurucu Osman Gazi, Orhan Gazi, Murad-ı Hüdâvendigâr (1389 Kosova şehidi), Yıldırım Bâyezid, Fatih Sultan Muhammed Han, 2. Bâyezid, 1. Selîm Han (Yavuz) Kanûnî Sultan Süleyman, Revan ve Bağdad Fatihi 4. Murad Han… Tabiidir ki saydığımız bey, han, sultan dışında da bazı isimler vardır. Biz burada en maruf olanları zikrettik. Bu arada Celâleddin Harzemşah ve Timur Han’ı da anmadan geçmeyeceğiz.
Hanlık ve komutanlığı deruhte etmek hem üstün meziyet hem de maharet gerektirir. Bunlarda karar ve kaza mercii birleşmiştir.
Türk Sultanları içinde insiyatif, kararlılık, salâbet, mekîn olma, cesaret ve basîrette Muhteşem Süleyman’dan daha muhteşem, Yavuz Sultan Selîm Han’dır. Onda, sanki Hazret-i Muhammed aleyhisselâma  Hazret-i Ebabekir’in sadakati, Hazret-i Ömer’in celâdeti, Hazret-i Alî’nin şecaati, Hazret-i Hamza’nın cihad şevki,  Hazret-i Halid bin Velid’in savaş dehası ve  İmâm-ı Busayrî’nin mübarek şiir kabiliyeti cem olmuştu.
 
SABIR VE DEHA SAVAŞI: ÇALDIRAN
 
Bu kadar üstün meziyetleri olan Yavuz Selîm’in tarihe satır satır işlediği Çaldıran Savaşı’nda gösterdiği dirayet ve yöneticilikteki mahareti gerçekten şayan-ı hayrettir. Çaldıran Savaşı sadece bir savaş değil, itikâdî bir hesaplaşmadır. Anadolu’ya dâîlerini göndererek Hurûfîlerle müşterek bağ ve çalışma ile saf Sünnî akâidini ifsat etmek isteyen Şâh İsmâil,  kendisinden emin bir şekilde bu savaşı kazanmayı hayal ediyordu.
Osmanlı ordusu yüz seksen bin muharip asker, on bin iaşe ve katır bölüğü, altmış bin tedarik deve ve sürücüsünden mürekkepti. Erzak yüklü bir gemi de Trabzon limanına demirlemişti.
Savaş sanatını çok iyi bilen Şâh İsmâil, satranç kozunu oynar gibi ordusunu hep çekerek, Osmanlı ordusu ile arasında bir çöl meydana getiriyordu. Şâh İsmâil’in savaşa başlamak yerine engeller ihdas etmesini cesaretsizlik olarak niteleyen Yavuz, ona kıldan bir cübbe ve bir asâ gönderdi.  Bu hareket çok ince bir hicivdi: Şâh İsmâil’e silah gücüyle değil, tahta dervişlik kisvesiyle gelen babasını ima ediyordu. Farsça ve Arapçayı çok iyi bilen Yavuz hediyelerinin(!) yanına bir de risale iliştirmişti. Bu risale Farsça aruzla yazılmış bir şiirdi. Meâlen diyordu ki: “Tahtları zorbalıkla ele geçirenler, onu yanında gelen okları da göğüslemesini bilmelidirler. Saltanat denen mahbube, sararıp solmadan kılıcın dudaklarını öpebilen muharibin, kendisinden buse almasına izin verir.” Gerçekten muhteşem!
Şâh İsmâil de Yavuz’a bir kutu içinde afyon sakızı gönderdi. Bu hediye (! ) Yavuz’u hayalperestlikle itham ediyordu. Bu mağrurane harekette tam bir aşağılama vardı. Yavuz kendisine bu hediyeyi (!) getiren Şahkulu adlı elçinin kulağının bir kısmını keserek geri gönderdi.
Şimdi Yavuzla Şâh arasında kırk günlük yürüyüş alanı olan bir çöl vardı.  Bu çölü geçmeden Tebriz’e varmak mümkün değildi.  Bu sefer, gerçekten çok külfetliydi. Asker ve komutanların bazıları arasında huzursuzluk baş göstermiş ve söylenmeler artmıştı.  Bazı komutanlar Yavuz’u bu seferden vazgeçirmek için onun çocukluk arkadaşı ve musahibi Hemdem Çelebi’yi aracı gönderdiler. Bir aksiyon abidesi olan Yavuz, Hemdem’in kellesini vurdurup çadırının önünde bir mızrağa astırdı.  Bu askere tam bir gözdağı idi. Ordu bu şartlarda Tebriz’e yöneldi. Yolda açlık ve susuzluktan neferler ölüyor, hayvanlar telef oluyorlardı. Günlerce yol alınmasına rağmen bir tek Şâh askerine rastlanılmıyordu. Bunun üzerine Yavuz, Şâh’a bir mektup yazdı: “İsmâil sağ mısın yoksa öldün mü? Haftalardır ne seni ne de askerini gördüm. Saklanmaya devam edersen adam değilsin.  O zaman miğferini çıkart, yüzüne peçe tak, zırhını at, şemsiye ve yelpaze kullan” Bu sözlerle birlikte ona bir peçe, şemsiye ve yelpaze yollar”
Şâh, sabırla direniyor, kendisi ile Yavuz arasındaki çölü sabır taşı hâline getiriyordu.
Tebriz vadisi göründüğünde Yavuz’un ordusu bu manzara karşısında şaşkına döndü. Vadideki bütün ağaçlar yakılmış ve su kuyuları taş ve kumla kurutulmuştu. Şaşkına dönen Yavuz’un ordusu padişahın çadırı etrafında bağıra çağıra dönüyorlardı. Bir isyan başlıyordu. Atılan bir ok Yavuz’un çadırını delip içerdeki direğe saplanmıştı. Büyük bir kararlılıkla çadırın önüne çıkan bu muhteşem han- komutan askere o tarihî hitabeyi irat etti: “Ben size cülûsum sırasında bu zorlukları çekeceğinizi söylemedim mi?  Biz bu makamı dinlenmek ve sefa sürmek için mi aldık? Aranızda karısını özleyenler varsa hemen geri dönsün. Allah yolunda cihat etmek isteyen benimle gelsin.” Ardından atını Tebriz’e yöneltti. Tabii ki bu müthiş hitabe askeri peşine takmaya yetmişti.
Nihayet iki gün sonra Çaldıran Ovası göründü.  Artık iki ordu karşı karşıyaydı. İki ayrı itikatta, iki ayrı Türk han-komutan karşılaştılar.  Yol yorgunu olan ordunun dinlenmesini tavsiye eden paşalara rağmen Pîrî Paşa: “Mânevî silahlarımız bizimledir. Düşmanı görür görmez hücum etmezsek asker yılgınlığa düşer, Safevîler bundan güç devşirirler. Hemen hücum etmeliyiz.” der.
Yavuz asker grupları arasında bir strateji ve taktik ustası olarak mekik dokuyor, yüz bini mütecaviz çeri Yavuz’dan işaret bekliyordu. İki yüz bini aşkın ordusuyla yirmi savaş yapmış büyük muharip Şâh, bu savaşı kaybediyor, sonunda kadim İran İmparatorluğu bütün zenginlik ve ganimetiyle artık Osmanlının eline geçiyordu.
Bu irade Anadolu’yu Şiâ istilasından kurtarmış, Sünnî akaidin kıyamete kadar koruyucusu olma şerefini bu asil millet tevdi etmişti.
Derk ettiler ki Merkad-i Pâk-i Muhammed’e
Rûhü’l- Kudüsle Arş-ı Hudâ’dan haber gelir.
Rûy-i zemîni tâbi’-i fermân kılmaya
Yavuz Selîm Han gibi bir şîr-i ner gelir.  ( Yahya Kemal )
Bir dahaki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim.
 
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.